Hümanizm ve Ötekileri
Anthony C. Alessandrini
Kim hümanizme karşı olabilir ki? Bu, insanlığa karşı olmakla, insanın kendisine karşı olmasıyla aynı şey olmaz mıydı? Bu elbette ki ilk elde, sizin “insan” sayılma şansına sahip olup olmamanıza, (ABD ve başka yerlerdeki mevcut protestolar açısından bakacak olursak) hayatınızın bir değer taşıyıp taşımadığına bağlıdır. Geç 20. yüzyıl ile erken 21. yüzyılda ortaya çıkan hümanizm eleştirisi her şeyden önce bazı toplumların insandışılaştırılmasına bir taarruzdur; çoğunlukla bizzat hümanizm adına yürütülen bir taarruz.
Bu hümanizm eleştirisini anlamaya başlamanın bir yolu hümanizmin her şeyden evvel bir “izm” olduğu gerçeğine odaklanmaktır. Başka bir deyişle, “hümanizm” bir ideolojidir ve diğer tüm ideolojiler gibi pek çok şekilde kullanılmıştır. Tarihsel süreçte Avrupa’da ortaya çıkan ve tüm yerkürenin Avrupa’nın sömürgesine girmesiyle şekillenen baskın biçim, eleştirmenlerin bolca ortaya koyduğu üzere, bu sömürge projesinin derin ortağıdır. Les damnés de la terre (Yeryüzünün Lanetlileri) adlı sömürge karşıtı şaheserinin sonuç bölümünde Frantz Fanon, buna unutulmaz bir eleştiri yükseltir: “Sürekli insandan bahseden fakat onu herhangi bir sokak ortasında, dünyanın herhangi bir yerinde katlediveren şu Avrupa’yı terk edelim.”
Fanon’un da itham ettiği üzere, sömürgeciliğin küresel katliamına ortak olan Avrupa hümanizminin hakiki hümanizm olmadığı söylenebilir. Bu durumda da bunun, insanoğlunda geçmişte olan biteni eski çağlarda kalmış olarak addetme ve o çağlardan artık yeni ve doğru olana erişildiği düşüncesine kapılma “körlüğü” vardır. Bu bağlamda da bu iddia “Eski sömürgeci hümanizm zaten şimdiki zamandaki gibi gelişmiş değildi.” şeklinde bir argüman olarak düşünülebilir. Ancak bunu söylemek, Fanon ve benzer şekilde sömürgecilik ve ırkçılık karşıtı konum alan diğerlerinin öne sürdüğü hümanizmin tam bir eleştirisini gözden kaçırmaktır. Burada sorun yalnızca hümanizmin sınırlı veya darbakışlı olması değildir; gerçek sorun, belli bir zaman ve mekânda ortaya çıkan, yaşayan ve nefes alan insan kategorilerinden bazılarını ırk, etnisite, cinsiyet, din ve diğer asılsız gibi görünen, fakat nihai olarak tanımlayıcı olan kategorilere dayanarak temelde dışlayan “insan” tanımının kendisindedir.
İşte bu benim hümanizmi ideoloji olarak tanımlarken söylemek istediğim şeydir. Hümanizmin, zaten kimsenin karşı olmayacağı “çantada keklik” bir olgu olan insanlığı temsil ettiği iddia edilir. Kısmen Friedrich Nietzsche’nin “değerlerin yeniden değerlendirilmesi”ne yaptığı çağrıdan, kısmen de II. Dünya Savaşı’nın siyasi mücadelelerinden ilham alan bir dizi önemli 20. yüzyıl düşünürü, “insanlık”ın salt önceden var olan bir dizi özneye tatbik edilebilen bir kategori olmadığında ısrar ettiler. Bunun yerine, bu “insanlık” kategorisi modern Batılı öznenin temelde insandışı “ötekiler” olarak düşünülenlerin bir reddiyesi üzerinden kendini teşekkül ettirme şeklini temsil etmektedir. Michel Foucault’nun işaret ettiği üzere, hümanizm zaten var olan, “dinden, bilimden veya siyasetten” ödünç alınan kavramsallaştırmalara dayanıyor ve onları bir ideolojiye dönüştürüyordu. Bu yüzden, “hümanizm” bir totolojiye yaslanmaktadır: “Hümanizm, her şeyden evvel tekrar başvurmak mecburiyetinde olduğu insan kavramsallaştırmalarını renklendirmeye ve meşru kılmaya hizmet etmektedir.” Bu “insan/adam kavramsallaştırmaları” hayati önemi haiz şekilde, bu kategoriden ve nihayetinde bizzat hümanizmden dışlananların reddiyesi üzerinden doğmaktadır.
Foucault’nun hümanizmin “insan/adam kavramsallaştırmaları”na yaptığı gönderme insan (“man”) kategorisinden yapılan çok temel bir dışlamaya işaret etmektedir (man-woman). Nüfusun yarıdan fazlasını kapsayan kadınlar, bununla beraber feminist düşünürlerin ısrarla göstermeye çalıştığı gibi, yaygın insan kavramının dışında kalarak “insan/adam”ın (man) ötekisi olarak işlev gördüler. Simone de Beauvoir’ın Le Deuxième Sexe (İkinci Cinsiyet) adlı eseri, “insan/adam” (man) kelimesinin “insan” kelimesiyle ortaklaşa kullanılabilir olduğu (“mankind,” “the ages of man,” “all men are created equal” gibi; örnekler çoğaltılabilir) kadına “öteki” olmaktan başka bir rol bırakmayan kilit noktayı konu edinmektedir. Beauvoir’ın yazdığına göre, bu baskın insan kavramsallaştırmasında “kadın”ın konumu şudur: “Kadın erkeğe (man) göre tanımlanır ve ayırt edilir, erkek kadına göre değil; kadın esas olana göre arızi ve önemsizdir. Erkektir özne olan, mutlak olandır, kadın ise ötekidir.”
Kadınların insan kategorisinden çıkarılması hümanizmin “yuva”daki -yani bizzat Avrupa toplumundaki (ki bu, bilhassa Paris Komünü gibi kargaşa zamanlarında işçiler, göçmenler ve özellikle Amerikalar ve Avustralya’da olduğu gibi yerli halklar gibi diğer grupların da reddiyesini ihtiva edecektir)- işleyişinin bir parçası olarak anlaşılabilir. Avrupa dışında büyük küresel modernite suçları -kölelik, yayılmacılık, yerleşimci sömürgecilik, kapitalizmin artan küresel bozulmaları- doğrudan, bazı toplumların tam anlamıyla insan olarak görülmemesi nosyonuna dayanmaktaydı.
İşte bu, modern liberalizmin kalbine kazınan bir anlayıştır. Lisa Lowen’in ikna edici bir şekilde dile getirdiği gibi, John Stuart Mill’in özgürlükle ilgili tanımlayıcı çalışmaları, iyi yönetimin, “özgürlük için uygun olmayan” ve kendileri için tek uygun yönetim şekli demokrasi değil de despotizm olan toplumları ayırt etmeyi ihtiva ettiği önermesine dayanıyordu.4 Bu anlamda Mill’in İngiliz sömürgeci hâkimiyetinin kilometre taşlarından olan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi tarafından hayat boyu istihdamı, onun özgürlük üzerine yazdıklarıyla çelişmiyor; bundan ziyade, görünürdeki bu çelişki nihai olarak bazı toplumların ötekilerden daha “insan” olduğu inancını yansıtarak -yurtta demokrasi, “orada” despotizm şeklindeki- modern liberal formülasyonu gösteriyor.
Dünyanın bu şekilde “insanlar” ve “diğerleri” şeklinde bölünmesi, sömürgecilğin zirve yaptığı çağın bir ürünü olmakla birlikte, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde daha önceden sömürge olan ülkelerin bağımsızlaşmasıyla ortadan kaybolmadı. Esasında bizim kendi “hümanizm” anlayışımız kölelik ve sömürgeciliğin mirasıyla lanetlenmiş bir biçimde devam ediyor. İşte bu nedenle Fanon, sömürgesizleştirme için mücadele yürütenlerin “insanın tam da kalbinde işlenen en çirkin […] (Avrupa’nın) suçları(nı) hesaba katarak insanlığın tarihine sil baştan başlaması” gerektiği hususunda ısrar ediyor. Köleliğin ürkütücü mirası bugün, romancı John Edgar Wideman’ın efsanevi sözleriyle “içimizden biri, içimizden birini bir diğerine satmaya karar verdiğinde,” bulaşıcı ve henüz tedavi edilmemiş bir hastalık olarak ırkçılık dehşetiyle devam ediyor.
Kuşkusuz, hümanizm adına yapılan bu insandışılaştırma tarihinin ışığında bile olsa içeriden hümanizm için mücadeleyi sürdürmek mümkündür. “Batı”nın kendisini, kendisinden daha az insan olan Doğulu ötekinin reddiyesi üzerinden nasıl yarattığını ve kurduğunu anlatan temel metinlerden biri olan Oryantalizm kitabının yazarı Edward Said, bu meseleyi hayatının sonuna kadar tartıştı ve son yazılarından birinde şöyle dedi: “Hümanizm adına hümanizmi eleştirmek mümkündür ve Avrupamerkezcilik ve imparatorluk deneyiminin suistimalleriyle donanmış olsa da herhangi biri farklı bir hümanizm çeşidi tasarlayabilir.” Fanon Yeryüzünün Lanetlileri’nin sonunda, bizzat, “yeni bir başlangıç yap[maya], yeni bir düşünce şekli geliştir[meye] ve yeni bir insan yarat[maya]” çağrıda bulunur.” Hem Fanon hem de Said, hümanizmi kendi insandışılaştırma mirasından kurtarmak için mücadele örnekleri sunar. Bununla birlikte, bu ikisi bu mirasla gerçek bir ilişkilenmenin, yukarıda değindiğimiz eleştiriler sayesinde, bugün bizim hümanizmimizin -yani ırkçı, cinsiyetçi vs. eksik, eski moda bir hümanizm- her nasılsa geçmiş nesilden daha aydınlanmış olduğu şeklindeki yanılsamadan vazgeçmeyi ihtiva ettiğini de göstermektedir.
ABD’de, örneğin Black Lives Matter (Zencilerin Hayatı Önemlidir) gibi bir hareketin taban desteğini anlamak için sadece hümanizmin geleneksel cevabına öylece razı olunamaz: “Elbette bütün hayatlar değerlidir.” Bunu hakikaten dürüstçe irdelemek isteyen kişi, çok değil, daha birkaç nesil evvel “daha az insan” addedilen bir insan topluluğunun, kelimenin ilk anlamıyla, piyasadaki diğer mallar gibi alınıp satılan metalara dönüştürüldüğü olgusuyla işe başlamalıdır. Bu “Tüm insanlar eşit yaratılmıştır.” örneğinde ısrar eden aynı hümanizm ideolojisinin hizmetinde yapılıyordu. Ve bu çelişki ancak insan olarak görülmeyen ötekileri dışlayan bir insan kategorisi yaratılarak çözülebilirdi. İşte bu, bu ideolojinin en parlak çağdaş eleştirmenlerinden biri olan Ta-Nehisi Coates’in dediği şeydir. Coates şunu ileri sürer: Olağan hümanist anlayışa karşı “ırk ırkçılığın çocuğudur, babası değil” -ve dahası, bunlardan ikincisi, “insan” olarak görülenlerin, köleleştirdiği ötekileri hem insandışılaştıran hem de sistematik olarak haklarından mahrum bırakan bir yağma sistemini sürdürebilecekleri bir ideolojiye tutunmak için husule gelmektedir. Yaratılan bu yağma sistemi, James Baldwin’in ardından Coates’in de “beyaz olduklarını düşünenler” olarak atıf yaptığı kimselerin hayatlarını desteklemeye devam ediyor.
Bu süregiden hümanizm eleştirisi bugün için bilhassa önemlidir, çünkü zamanımızın anahtar sözcüğü hümanizm değil de “hümaniteryanizm” gibi görünüyor. Esasında, hümaniteryanizm adına yürütülmüş olan korkunç derecede yıkıcı savaşlar görmeye bizim ömrümüz de vefa etmiştir. Diğer pek çok isim gibi Keith David Watenpaugh da hümaniteryanizmin daima sömürgecilik, hâkimiyet ve siyasi denetim meseleleriyle bağlantılı olduğunu göstermiştir. Bu, daha geniş olan tarihin içinde, (bu yazıyı yazıyor olduğum) geçen birkaç haftanın kanlı olayları eşitsiz “insanlık” (humanity) dağılımının -ya da daha ziyade, bazı toplumların bu kategoriden dışlanmasının- devam ettiğine dair bir şeylere işaret ediyor. Birbiri ardından Ankara, Bağdat, Beyrut ve Paris’te meydana gelen korkunç bombalamalara, en azından Avro-Amerika bağlamında farklı farklı tepkiler artan şekilde dikkat çekiyor. Sosyal medyada çokça dolanan bir harita, farklı coğrafi bölgelerde bir facia meydana geldiğinde “bunun tüm dünya için ne kadar korkunç olduğunu” ölçmeye çalışıyor; kategoriler “Ne korkunç bir facia!”dan (Kuzey Amerika, Batı Avrupa, Avustralya, Japonya), “Ne yaparsın, hayat bu”dan (Ortadoğu’nun büyük kısmı, Orta Amerika, Eski Sovyet ülkelerinin çoğu) ve “Kimin umrunda ki?”ye (temelde Afrika kıtasının bütünü) değişiyor.
“İnsanlığın” yerküre boyunca eşitsiz dağılması noktası, Judith Butler’in Precarious Life (Kırılgan Hayat) kitabında ortaya koyduğu argümanında yankı buluyor; Butler’a göre, terörle mücadele çağında toplumlar acıya layık görülenler ve görülmeyenler olarak ikiye ayrılıyor. Bu bölünmeyi ortadan kaldırmak içinse bilhassa müşterek bir hassasiyet duygusu etrafında oluşan bir dayanışma siyasetini ileri sürüyor: Artan acımasız ve silahlı güvenlik biçimleri yerine Butler, müşterek bir güvencesizlik/kırılganlık hissiyle (bununla diyebiliriz ki, müşterek bir insanlık duygusu ile) başlayan bir siyaset öneriyor.
Bu eşitsiz insanlık oyununu oynamayı reddeden ve Paris’teki trajediyle Beyrut, Ankara veya Bağdat’takini ayırmayan pek çok kişinin mevcut olması bir umuttur. Fanon’dan yaptığımız alıntıya geri dönmek gibi olacak ama; sosyal medya ve anında tüm dünyadan haber alma çağında bizler varsayılagelen insanlığımızın ortasında, “dünyanın dört bir yanında” katledilenleri fark etmekte nispeten daha iyi bir hâle geldik. Ne var ki, “her köşe başında” katledilen, “insan kardeşlerimiz” olarak belirlediğimiz kategoriden dışlanarak görünmez kılınan kişileri özlemeye devam ediyor gibi görünüyoruz. Bu, ABD’de, bu yazıyı yazdığım yerdeki marjinal gruplara karşı yürütülen devlet şiddeti biçimleri, derginin basıldığı yer olan Almanya’daki marjinal gruplara karşı yürütülen devlet şiddeti biçimleri ve de belki okunduğu yerlerden biri olan Türkiye’deki marjinal gruplara karşı yürütülen devlet şiddeti biçimleri açısından doğrudur; pek çok yer için de kuşkusuz doğrudur. Her durumda da kendi “çantada keklik” insanlıklarına kurulmuş çoğunluk bu eşitsiz insanlık dağılımının mümkün kıldığı zorbalıklara razı olmaktadır.
Son olarak, herhangi bir hümanizm için bugün gerçek bir test etme imkânı, onun “terörist” sorununa karşı geliştireceği cevapta yatıyor olabilir. Bugün, dünyanın terörle sarmalanmış bir yer olduğunu inkâr etmek saçmalık olur. Bu terörün çoğu elbette ki devletler ve devlet ötesi aktörlerce başlatılıyor ve böylece nadiren “terörist” işi olarak tanımlanıyor. Bugün insandışılaştırma için kullanılacak nihai kelime olarak “terörist,” insanın sınırları dışına yerleştirilmek istenenler için ayrılmıştır. Afganistan ve Irak’a savaş açmadan önce ABD, “terörist” hedeflerinden bazılarını uluslararası hukukun -yani insani alanın- kapsamı dışına çıkarmak için “düşman savaşçı” kavramını icat etti. Mevcut İsrail hükûmeti de her tür Filistinli direniş biçimini “teröristler”in eylemleri olarak yasadışı ve insandışılaştırıcı faaliyetler olarak görmektedir.
Farklı bir hümanizm türü yaratmaya yönelik herhangi bir girişim bugün hem hümanizm tarihinin insandışılaştırıcı mirası ve bugünün teröre doymuş dünyasının insandışılaştırma hastalığı tarafından kuşatılmış bulunmaktadır. Kendimizi insandışılaştırmaya karşı, tam da hümanizmin kalbinden bir mücadeleye adamamız için işte size güzel bir sebep.