Hümanizm ve Milliyetçilik
Jörn Rüsen
Hümanizm ve milliyetçiliğin birbirlerine tamamen aykırı olduğunu düşünürüz, öyle değil mi? Hümanizm her insanda belli olumlu özelliklerin var olduğunu iddia eder, milliyetçilik ise belli bir grubu öne çıkararak diğer insanları kendi değer topluluğuna ait görmez. Hümanizm agresifliğe karşı mücadele eder; milliyetçilikte ise agresiflik serbesttir. Hümanizm tüm insanları kucaklayarak onları ortak değerleri paylaşan büyük bir topluluk olarak kabul eder; milliyetçilik ise tek bir grubu tercih eder, ona yüksek değer biçer, diğerlerini dışlar ve onları değersiz görür.
Hümanizm bireyselliği destekler ve kültürel çeşitliliği insan hayatı için bir zenginlik olarak kabul eder. Buna karşın milliyetçilik vatandaşlarının kültürel yönelimlerinde eşitliği över ve farklı yaşam tarzlarına karşı baskı uygular. Bu baskı savaş gibi belli kriz durumlarında çoğunluğun millî yönelimine uymayan kendi halkından bir kısmı yok etmeye kadar varabilir. Hümanizm evrensel ve kucaklayıcıdır. Milliyetçilik ise bölgeci ve dışlayıcıdır.
Bu durumda, bir tarafta tüm insanları insan olmalarından dolayı değerli gören hümanist bakış ile diğer tarafta kendi insanlarını diğerlerine karşı üstün gören milliyetçi bakıştan daha zıt ne olabilir. Millet adına savaşlar yapılmış ve pek çok insan öldürülmüşken, insanlık adına böylesi savaşlar sadece belli istisnai durumlarda, çok nadiren söz konusu olmuştur.
Yine de her iki düşünme biçiminin birbirleriyle kesiştiği noktalar vardır. Tarihsel olarak birlikte ortaya çıkmışlardır ve birbirlerini destekleyebilmektedirler. Rönesans ve hümanizm çağı olan Erken Modern Dönem’de Klasik Antik Dönem’e rücu edilerek insanın kültürel öz edinimine vurgu yapılmıştır. Buna bağlı olarak hümanist Pico della Mirandola 1486 yılında kaleme aldığı insan onuru hakkındaki meşhur yazısında yaratıcı Tanrı’nın insanlara şu ifadelerde bulunduğunu yazmıştır: “Sen tüm kısıtlamalardan özgür olarak kendi hür iradenle kendi başına ve kendince öz doğanı belirleyeceksin. Dünyanın ortasına seni yerleştirdim ki oradan etrafındaki her şeyi rahatça izleyip dünyada neler olduğunu görebilesin. Seni ne baki ne de fani bir varlık olarak yarattım ve seni ne ölümlü ne de ölümsüz kıldım ki kendi özünün şekil vereni ve oluşturucusu olarak kendi isteğin ve kudretinle tercih ettiğin şekle göre kendini şekillendiresin.” Düşüncenin bu yeni özgürlüğü milliyetçi ön yargılar ile beraber ortaya çıkmıştır. Ruhani özgürlük kendi milletine (bilhassa İtalyanlara) has görülmüş ve diğer milletler gerici olarak küçümsenmiştir. Hümanist bilginler tarih hakkında yazarken kendi ülkelerinin egemenlik bölgelerini övmek suretiyle, bu hususta onları görevlendirenlerin kültürel üstünlük iddialarını beslemişlerdir.
Modern Hümanizm de millet fikrine yabancı olmamıştır. Belirleyici ve gelenek oluşturucu niteliğini 18. yüzyılın sonuna ve 19. yüzyılın başına doğru, bilhassa Almanya’da kazanmıştır. Temsilî olarak Johann Gottfried Herder (1744-1803) ve Wilhelm von Humboldt (1767-1835) isimleri sayılabilir, fakat klasik Alman yazarların da çalışmaları buna eklenmelidir. Goethe’nin “Iphigenie” (1779/1786) adlı draması bu bağlamda bilhassa öne çıkan bir örnektir.
İnsanın dünya görüşüne ve öz anlayışına dair aşağıda yer alan hususlar bu modern hümanizm için belirleyici olmuştur:
• İnsanın insan olmasının tüm kültürlere kaynak gösterilmesi eğilimi.
• Prensip olarak tüm insanlara tanınan insan onuru fikri. Kant bu fikri insanın bu özelliğinin sadece başka kişilerin amaçları uğruna bir araç olmayıp kendi başlarına amaç olmaları şeklinde ifade etmiştir. Bu sebepten dolayı insanın ahlaki sorumluğu olarak “insanlığı hem kendi kişiliğinde hem de herhangi bir başkasının kişiliğinde, her zaman ve aynı anda amaç olarak kullanmaya ve asla sadece bir araç olarak kullanmamaya yönelik” davranmasını öngörmüştür. (Grundlegung zur Metaphysik der Sitten 1785)
• İnsan yaşam tarzlarının kültürel özerkliği fikri. Bu fikir ötekilerle ve yabancılarla karşılaşma ve karşı karşıya kalma durumlarında ilgili kişilerin kendilerini tanımlayış biçimlerini sistematik olarak dikkate alan anlayış gösterme gücünü gerektirmektedir. Bu yorumsama modern kültür bilimlerinin temeli olmuştur.
• Her insana kendi kişiliğini oluşturması için imkân tanıyan ve başkalarının başka oldukları gerçeğini (ortak insanlık temel fikri ile) kabul etmeyi şart koşan bir bireysellik.
• İnsanlığa odaklanmış bir tarih düşüncesi. İnsanların kültürel yaşam tarzları temel olarak tarihselleştirilmektedir. Tarihî düşünmenin referans çerçevesini aynı zamanda hem ampirik hem de normatif olarak anlaşılan insanlık oluşturmaktadır.
• Antik çağın kültürel mirasını öne çıkarmaya yönelik bir sorumluluk.
• Son sayılan husus ile birlikte, kendisinden yararlanılabilecek potansiyellerin eğitilmesinden ziyade kendinden emin ve sorumluluk sahibi bir kişiliğin geliştirilmesini merkeze alan bir eğitim kavramı da ortaya çıkmaktadır.
Hümanizm siyasi olarak da çeşitli etkilerde bulunmuştur. Sadece insan olmaktan elde edilen haklar yeni demokratik anayasaların temeli olarak kabul edilmiştir. Amerikan ve Fransız ihtilalleri ile modern demokrasinin oluşumu ve bu oluşumun Avrupa anayasalarının ortaya çıkmasındaki etkileri bu siyasi hümanizm olmadan düşünülemez.
Tam da noktada hümanizm bir insanlık odaklı yönelimden millet odaklı yönelime doğru bir dönüşüm eşiğine varmaktadır. Fransız İhtilali’nin sloganı olan “liberté, égalité, fraternité” bağlamında fraternité kelimesi ihtilali gerçekleştirenlerin yeni siyasi niteliğine dair ipuçları içermektedir. Bu kelime vatandaşların insan haklarını temel alan yeni demokratik devlet sistemine aidiyetini göstermekteydi. “Millet” bu aidiyetin tabiriydi. Bu kavram feodal toplumun eski sosyal yapılarını gerisinde bırakıp yeni bir siyasi iletişim şekli oluşturmaktaydı. Fransız kültür bilimcisi Ernest Renan 11 Mart 1882 tarihinde Sorbonne’da yaptığı bir konuşmada millet kavramını şöyle tanımlamıştır: “Millet feda edilen ve uğruna feda edilmeye hazır olunanlara duyulan hislerden kaynaklanan bir dayanışma topluluğudur. Bir geçmişi öngörür, fakat hâlihazırda da elle tutulur bir olgu hâlinde özetlenebilir: Beraberce yaşamaya yönelik duyulan memnuniyet ve buna dair açıkça ifade edilen arzu. Bir milletin varoluşu (bu metaforu kullandığım için beni mazur görün) her gün düzenlenen bir referandum gibidir; bir bireyin varoluşunun hayatın sürekli doğrulaması olması gibi.”
Aidiyetin bu yeni şeklinin değer temeli vatandaşların ahlaki özerklikleri olmuştur. İnsan hakları ve medeni hukukla sergilenen hümanizm millîleşmiştir. Bu millîleşme demokratik olarak gerçekleşmiştir ve burjuvazinin dâhil edilme imkânı ve devlet hâkimiyetine katılımı olarak kendisini göstermiştir. Fakat aynı zamanda yeni demokrasinin kendisini tehdit altında hissetmesi ile agresif bir hâl de alabilmiştir. Bunu takip eden ihtilal savaşları öldürme ve ölme hisleri ile doludur. O tarihlerde yazılan Fransız millî marşı (La Marseillaise) bunu açıkça ifade etmektedir: “… Kirli kan tarlalarımızı sulasın.”
İhtilal zamanındaki Alman-Fransız çatışması ile iki hümanizm şekli düşmanca bir tavırla karşı karşıya gelmişti: Fransız İhtilali’nin özgürleştirme potansiyeli ve Napolyon mirası ile Avrupa üzerindeki Fransız egemenliği kendisini meşrulaştırmaktaydı. Alman direnci milliyetçi hisleri uyarmakta ve insani-normatif temel üzerinde millî bir özerkliği savunmaktaydı. (Bu durum Johann Gottlieb Fichte’nin 1807 yılında işgal altındaki Berlin’de yapmış olduğu “Alman milletine konuşmalar” ile sözlü ifadesini bulmuştur.) İnsanlık insanlığa karşı savaş hâlindeydi.
İnsanın kültürel özerkliği hakkındaki hümanist fikir, kendi uluslarında değil de örneğin Rusya veya Avusturya gibi çok milletli daha büyük imparatorluklarda yaşayan halklar üzerinde buna benzer ilham verici bir etkiye ulaşmıştır. Bu halklar kültürel ve sosyal modernleşme süreçlerini millî bir öz değer duygusuna dönüştürüp bununla beraber yerleşmiş siyasi yapılara karşı kendi bölgelerinde, kendileri üzerindeki egemenliği talep etmişlerdir. Bu noktada insanların yaşamlarını şekillendirmelerinde, kültürel özerklik taraftarı Herder odaklı hümanizm siyasi açıdan büyüyen bir milliyetçilik olarak etki göstermiştir. Ona uygun olarak daha küçük halkların özgürlük talepleri şekillenmiştir. Bu aidiyetin bölgesel dağılımı çok karmaşık bir surette gerçekleşmiştir. Siyasi alanların dil ve kültür gibi hususlara göre kesin çizgilerle ayrılması bu yüzden imkânsızdı, ulusal grupların “saflığı” hakkındaki müstakbel çatışmaları öngörmek mümkündü.
Yani insanın kendini tanımlaması temelli hümanizmin siyasi uygulaması kendi içinde çelişkilidir. Kültürel aidiyetin millî bölgeciliği, birbirlerinden bölgesel olarak ayrılmaz yaşam alanlarını sınırlar çizerek birbirlerinden ayırmaktaydı. Ülke halkının ulusal saflığı fikriyle bağdaştırılan millî aidiyet odaklı bu tarz bölgecilik; eşitlik, insan onuru ve çok çeşitli ve farklı yaşam tarzlarının kabul edilmesi gibi hümanist fikirlerin evrenselliği ile bariz bir karşıtlık içerisindeydi.
Bu karşıtlık siyasi gelişmelerin devamında daha da artmıştır. Milliyetçilik insani görünümünü kaybedip böylelikle hümanist potansiyelini de yitirmiştir. Milliyetçilik kendisini etnik ve ırkçı gerekçelere açıp böylelikle etnik merkezli ve demokrasi karşıtı amaçlar için manipüle edilebilir bir hâl almıştır. Bu suretle milliyetçilik başka halklarla çatışma şekline bürünmüştür. 20. yüzyılın “en temel felaketi” olan Birinci Dünya Savaşı’nda ve bunu takip eden İkinci Dünya Savaşı’nda bu çatışma en öldürücü noktaya ulaşmıştır.
Hümanizm insanların aydınlanmasına ve özgürleşmesine yönelik entelektüel, sanatsal, pedagojik ve siyasi fikir konglomerası olarak asıl çekim gücünü 19. yüzyılda yitirmiştir. Elbette ki modern çağda gerçekleşen her türlü insanlık dışı harekete eleştiri için bir kaynak olarak kalmıştır. Hümanizm eşitlik, insan onuru ve özerklik talep etmekteydi. İnsan hakları hareketi olarak siyasi şekli ile uzun vadeli bakıldığında oldukça başarılı olmuş ve olmaktadır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nden (1948) bu yana fikrî evrenselliği ve onur, eşitlik, özerklik gibi insani değerlerin evrenselliği iddiası da siyasal/tarihsel olarak evrenseldirler. Batılı olmayan ülkelerde Batı kültürünün bir özelliği addedilerek geri çevrilen bu evrensellik artık başka ülke ve kıtalarda da etkin olmuştur.
Dikkat çekici olan ise, bütün bunlara rağmen Batı emperyalizmine ve Batı’nın sömürgecilik sonrası hâkimiyetine karşı sunulan eleştirilerde Batılı hümanist değerlerden faydalanılmasıdır. Afrika’da sömürge olmaktan kurtulan hükûmetler, kendileri için “en doğru” hümanizm olarak geleneksel Batılı hümanizme karşı öne sürülen “siyahi” bir hümanizmi savunmaktadırlar. Afrika’nın güneyinde bu Batılı olmayan hümanizm Ubuntu hareketi adı altında günümüze kadar cazibesini yitirmemiştir. Afrika insanlığının (Ubuntu – insan (diğer bir) insan aracılığı ile insandır.) farklı grupların aralarındaki ilişkilerde ırkçılığı aşacak yeni bir millî kimliğin merkezi olması amaçlanmaktadır. Başarılı olunup olunamayacağı belli değildir.
Afrika’daki durumun bir benzeri Hindistan’ın ulus devlet olma yolundaki çabalarında görülmektedir. Devletin kuruluşunun simgesi olan Mahatma Gandhi, siyasi program yazısı olan Hindu Swaraj’da (1909) sömürgeci Büyük Britanya’da vücut bulmuş olarak kabul ettiği modern medeniyeti insanlık dışı ve yıkıcı bulduğundan reddetmektedir. Buna karşın modern çağ öncesi Hindistan’da bunun tam aksini, insani bir yaşam tarzı olarak kendi kendine yetebilmeyi ve özerkliği görmektedir. Hint halkını kurtuluş savaşlarında bu kavramlara uymaya yükümlü kılmak istemiştir. İnsanlık veya hümanizm kavramlarını anahtar sözcük olarak kullanmasa da bu kavramların ilkelerini sömürge öncesi Hint gelenekleri ile bağdaştırıp bunlarda Hint milliyetçiliğinin özünü görmektedir. Bu varsayıma göre yabancıların egemenliğinden kurtulma çabalarında siyasi araç olarak kullandıkları şiddetsizlik de Hint halkının (dinî bölünmüşlüğe rağmen) doğal manevi özünden kaynaklanmaktadır. Özgür vatandaşlardan oluşan bir halkın birbirine bağlılığı olarak milliyet düşüncesi Hindistan’ın modern çağ öncesi kültürel yaşam şekli olarak tarımsal geçmişe yansıtılıp siyasi gelecek vizyonu olarak tasarlanmaktadır.
Milliyetçilik de bir evrenselleşme süreci geçirmiş ve uzun zamandan beri küresel bir boyuta ulaşmıştır. Günümüzün daha güçlü siyasi yapıları her kıtada ulus devletlerdir. Bu devletler kültürel ve siyasi özgürlük ve bağımsızlıklarına önem vermektedirler. Sadece Avrupa ulus devlet ilkesinin siyasi kültür olarak aşılmasına gayret göstermektedir. Millî aidiyetler burada da mevcuttur fakat ekseriyetle saldırgan şekillerini yitirmişlerdir. Bu bağlamda Almanya ve Fransa arasındaki ilişki anlamlı bir örnektir.
Avrupa’da yavaş yavaş ulus üstü bir aidiyet hissi oluşmaktadır. Bu his gücünü milliyetçi dışlamaların mirasından ve bunların çatışma potansiyelini aşmış olmaktan almaktadır. Bilimsel anlayış kendisini artık “postkolonyal” olarak görmektedir (ve bu bağlamda millî aidiyetin siyasi etki gücünü kaybetme tehlikesi altındadır).
Günümüzde hümanizmi yeni bir görev ve kendisini kanıtlaması için bir sınav beklemektedir. Güncel küreselleşme sürecinde farklı, çoğu zaman kendilerini millî gösteren gelenekler ve kültürel eğilimler çarpışmaktadır. Bu bağlamda hafife alınmayacak saldırganlık potansiyeline sahip etnik merkezli güçler ortaya çıkmaktadır. Bu potansiyeli dizginlemek ve kültürler arası değer tutumlarına ve dünya görüşlerine ulaşabilmek için insani evrensel yorumlama çerçevesine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu çerçeve güncel yaşam tarzlarındaki farklılıkları yok etmemeli, aksine onlara üretici bir şekilde kendilerini gösterebilme izni vermelidir. Bu amaca ulaşmak için kültürler arası yeni bir hümanizme ihtiyaç duyulmaktadır.
Bu hümanizm farklı kültürlerin farklı hümanist gelenekleri ile, aynı zamanda insanın insan olmasının tespitindeki antropolojik evrensellikler ile bağ kurabilir. Ayrıca bu hümanizm şekli ile, farklı gelenekleri kapsayan günümüz zamanının konumlandırılması için evrensel ve tarihî bir bakış açısı geliştirilebilmektedir. Bu bakış açısının amacı insanı insanlaştırmaktır.
Hümanizmin kültürler arası bir eğilimin ölçeği olarak değerlendirilmesi bağlamında önemli bir husus da dinle olan ilişkisidir. Modern (Batılı) hümanizm laiktir. Bu hümanizmden dünyada çok sayıda ülkede dine oldukça eleştirel bakan hareketler oluşmuştur (Hindistan’da olduğu gibi). Fakat bu laiklik modern hümanizmin önde gelen örneklerinde hiç de din karşıtlığı olarak nitelendirilemezdi. Örneğin Herder Protestan kilisesinin başrahibiydi. Buna rağmen hümanizmin laik karakteri modern çağ kültürünün önemli bir faktörü olarak kalmaktadır. Şayet aydınlanmanın din eleştirisine anti eleştirel yaklaşıp kendi hümanizmlerine vurgu yapan dinler, ilahî âlem ile insan arasındaki ilişkide insana insanlık dışı davranıldığı ithamlarını savuşturmak istiyorlarsa, insanlık için inandırıcı ve etkili bir kritere ihtiyaçları var demektir. Eğer dinî inançlar kendilerinden yola çıkarak modern çağdaki bu hümanist laikliği temellendirmeyi, desteklemeyi ve uygulamayı başarsaydı hümanizm daha da önem kazanırdı ve hümanizme insanların insanlaştırılması ile ilgili yeni fırsatlar açılırdı.