TASAVVUFUN YABANCI KAYNAKLARDAN BESLENDİĞİNE DAİR İDDİALAR
Kadir Özköse*
İnsan olmak etkilenmeyi ve etkilemeyi doğal kılmaktadır. Müslümanlar da tarih boyunca farklı kültür, inanç ve medeniyetlerle karşılaşmıştır. Bu karşılaşma çoğu zaman karşılıklı etkileşimi de beraberinde getirmiştir. İslam’a göre söylenen söz doğru ise kimin söylediği önemli değildir. İslami esaslarla çelişmiyorsa onu almak, hatta geliştirmek gerekir. Peygamber Efendimiz de İslam’ın ruhuna uygun bazı cahiliye dönemi âdet ve davranışlarını geliştirip yaşatmıştır.
İslam ve medeniyeti hakkında modern araştırmaların yoğunlaşmaya başladığı on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren bazı şarkiyatçılar, tasavvufta yabancı din ve felsefelerin tesirini aramaya başlamışlardır ve bazı Müslüman yazarlar da onlara katılmıştır. Bu iddialardan bir kısmını şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Yunan Kültür ve Felsefesinden Beslendiği İddiası
Tasavvufun menşeini Yunan felsefesi olarak görenlerin temel referansı Birûnî’dir. Birûnî’ye göre “sûfî” kelimesi Yunanca “sophia” kelimesinden türemiştir. E. Renan, Nicholson ve Wensinck gibi Batılı şarkiyatçılar yanında, Ömer Ferid Kam ve Şemseddin Sami gibi Müslüman şahsiyetler de “sûfi” kelimesinin Yunanca “sofos” veya “sophia” kelimelerinden geldiğini kabul etmişlerdir. Yunan felsefesinin İslam âleminde görülmesi hicri üçüncü asrın son yarısına rastlamaktadır. Filozof adını alan ilk Müslüman düşünür el-Kindî olup hicri 266 tarihinde vefat etmiştir. Ancak hicri ikinci asrın ilk yarısında sûfî adını alan ilk zâhidlere rastlanmaktadır.1 Hicri 110 yılında vefat eden Hasan-ı Basrî hem sûfî adıyla anılmış hem de sûfî sözünü kullanmıştır. “Bedir savaşına katılmış yetmiş kadar sahabe ile karşılaştım. Elbiseleri sûf/yün idi”2 diyen Hasan-ı Basrî yün giyen zâhidler anlamında kullandığı sûfî kavramı bir sözünde şu şekilde kullanmaktadır: “Beytullah’ı tavafım esnasında bir sûfî ile karşılaştım ve ona bir şey vermek istedim de kabul etmedi.”3
Başta Nöldeke olmak üzere bazı kimseler; sûfî kelimesinin Yunanca Sofos’tan gelemeyeceğini göstererek, -zîra Yunanca “sigma” harfi hiçbir zaman Arapça’da “Sad” harfıyle karşılanmamıştır; her zaman “sin” harfiyle karşılanmıştır- bu görüşün aleyhinde olmuşlardır. Ayrıca İzmirli İsmail Hakkı da bu görüşü reddetmiştir.
Diğer yandan tasavvufi düşünce ile Pisagorculuk, Eflatunculuk ve Yeni Eflatunculuk felsefelerinde görülen benzerliklere dikkat çekilmektedir. Bu gerekçelerden hareketle M. A. Ubicini, Hammer, Horovitz gibi bazı araştırmacılar tasavvufun menşeini Yunan felsefesi olarak görmektedirler.
İrfânî gelenekte sûfîlerin benimsediği varlık felsefesi, bilgi nazariyesi ve metafizik yaklaşımları Eflatun metafiziğiyle özdeşleştirilmeye kalkışılmıştır. İbnü’l-Arabî’nin kelime nazariyesi logos nazariyesiyle aynileştirilmiştir. Yunan felsefesindeki Tanrı-âlem ilişkisiyle metafizik dönem tasavvufunnun Tanrı-âlem ilişkisi benzeştirmeye çalışılmıştır. Tüm bu yaklaşımlar Yunan felsefesindeki insanı merkeze alan yaklaşımlarıyla sûfîlerin Allah’ı merkeze alan yaklaşımları arasındaki fark nedense görmezden gelinmiştir. Yunun filozofları metafiziğin konusunu varlık olmak bakımından varlık şeklinde belirlerken, sûfîler metafiziğin konusunu varlık olmak bakımından varlık Hak’tır diye tanımlamaktadır.
2. Eski İran Tesiri
İslam tasavvufunun İran kökenli olduğu iddiasının asıl sebebi, ‘’Ari ırkın sami ırka karşı üstün geldiği” şeklindeki etnik bakış açısına dayanmaktadır. Bu düşünceye göre, sami ırka mensup insanların aklî yapıları felsefe, tasavvuf, bilim ve sanata yatkın değildir. Buna göre tasavvufun İslam’dan kaynaklanması söz konusu olamaz. Tasavvuf ari milletlerin ırk ve dillerinden gerçekleşen etkileşimle ortaya çıkmıştır.4
Bazı araştırmacılar tasavvufun menşeini İran coğrafyası olarak göstermektedirler. Örneğin Oriental Mysticism isimli eserin yazarı E.H. Palmer, tasavvufu; “Aryan ırkının mensup olduğu kadim dinin bir gelişimi” şeklinde bir değerlendirmeye tabi tutmaktadır. Henry Corbin ve Seyyid H. Nasr da İran kaynaklı bazı unsurların tasavvuf düşüncesine etki ettiğine dikkat çekmektedir.5 Bu hipotezin ilk handikabı, tasavvufun ortaya çıktığı ikinci hicri asırdaki İran kültürü ile İran sülalelerinin tamamen Ari olduğu düşüncesidir ki bu, tarihin reddettiği bir husustur.6
J.A. Gobineau ve Friedrich Delitzsch ise hiçbir tarihî delil göstermeksizin, tasavvufun eski İran kültürünün tesiriyle ortaya çıktığını söylemektedirler. Bunların tek delili, İslam kültüründeki sanat, felsefe, bilimsel gelişme ve tasavvufun yüksek bir zihniyet ve üstün bir kabiliyet mahsulü olabileceği düşüncesidir. Onlara göre Araplar ve semitikler bu kabiliyetten mahrumdurlar. Dolayısıyla tasavvuf, kaynağını Arap toplumundan değil eski İran ve ârî ırktan almaktadır. Onların beyanına göre bu gerçekten hareketle tasavvufun İslami kimliği yoktur.7
Bu tezi daha sonra E. Renan, P. de Lagarde, Reitzenstein, M.E. Blocnet, E.G.Browne ve K.Inostrancev8 gibi şarkiyatçılar da devam ettirmiştir. Bu araştırmacılar tasavvufun menşeini Zerdüşlük ve Maniheizm dinleriyle açıklamaya çalışmaktadırlar. L. Massignon ve J.S. Trimingham’ın da ifade ettiği gibi ilk sûfîlerin bu din mensuplarıyla karşılaşmış olabileceklerini düşünsek bile, “zındık” yani materyalist ve ateist olarak adlandırdıkları bu kimselerden etkilenmiş olabileceklerini asla düşünemeyiz.9 Tasavvufun kaynağını önceleri Zerdüştîlik olarak gösteren Thölke ise bu iddiasını tamamen terk edip tasavvufun esasını Peygamber Efendimiz’in hadislerine ve hayat tarzına dayandırmaktadır.10
3. Yahudilik ve Hristiyanlık Tesiri
B. Geiger, D. Kaufmann, Adalbert Merx, A. Jan Wensinck ve Hirschfeld gibi aslen Yahudi olan bazı araştırmacılar, genel olarak İslam kültüründeki bazı kelâmî ve tasavvufi terimlerin Yahudi dinî metinlerinden geçmiş olabileceğini iddia etmekte, buna delil olarak da, ilk Müslümanlar arasında Yahudilik’ten dönme bazı kimselerin olduğunu söylemekte, Yahudi dinî metinlerinde ve Müslümanların eserlerinde bulunan bazı düşünce ve ifade benzerliklerini ileri sürmekte, tasavvufun menşeini de dolaylı olarak Yahudilik ile açıklamak istemektedirler.
Adalbert Merx, Arent Jan Wensinck, Margaret Smith gibi Avrupalı araştırmacının asıl amacı, Müslümanlarla Suriyeli keşişlerin ilişkisini aydınlatmaktır. Bu yaklaşımlardan hareketle İsveç Piskoposu Tor Andrea, sûfî çevrelerde Hz. Muhammed’e gösterilen hürmet ve saygıdaki hassas yaklaşımları Suriyeli Hristiyan keşişleriyle irtibatlandırmaktadır. 11
Benzer gerekçelerle Asin Palacios,12 C. H. Becker, R. A. Nicholson, T. Andrae ve Trimingham, tasavvufun Hristiyanlıktan kaynaklandığını iddia etmişler, özellikle Nesturî Hristiyanlarla Yahudilerin etkisine işaret etmişlerdir.
Tasavvufun kaynağını Hristiyanlık ve Yahudiliğe irca etmeye kalkışanların temel iddialarını şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Mutasavvıfların yollarını bütün peygamberlerin yolu olarak görmeleri
2. Sûfîlerin her fırsatta Hz. Mûsâ ve Hz. İsâ’yı zikretmeleri ve onların manevî şahsiyetlerini kendilerine rehber ittihaz etmeleri: Mutasavvıflar, Hz. İsâ, Hz. Mûsâ, Hz. İbrâhim gibi diğer nebevî geleneklerde de bir çeşit tasavvufi hayatın olduğunu söylerlerken, her dinin bir tasavvufî yönünün olduğunu ve aynı vahiy geleneğinden kaynaklanan bu peygamberlerin tasavvuf yönünden temelde az çok birbirlerine benzediklerini vurgulamak istemişlerdir. Bundan, birisinin mutlak diğerinin kopyası olduğu anlamı çıkarılmamalıdır.
3. Muhammed İbn Sirîn (ö.110/728)’in ilk sûfîlerin yünden aba giymelerini tenkit ederken, bunun Hristiyanların ve Hz. İsâ’nın bir âdeti olduğunu söylemesi: İbn Sîrîn’in “Hz. Peygamber yünden elbise giymezdi, o her zaman pamuklu elbiseler giyerdi” sözü de sabit değildir. Peygamberimiz’in yün elbiseler giydiği de bilinen bir husustur. Hatta aksine ispatlanması gereken şey, onun pamuklu elbiseler giymiş olması hususudur; zira o, o zaman pamuk ekimi yapılan bölgelerden uzakta yaşıyordu.
4. Ebû Nasr es-Sarrâc’ın sûfî kelimesinin İslam öncesinde kullanılan bir kelime olduğunu söylemesi:13 es-Sarrâc’ın “sûfî” kelimesi, İslamiyet’ten önce kullanılıyordu görüşünün yanlışlığı, kesin bir biçimde es-Suhreverdî tarafından gösterilmiştir. Müslüman ve mutasavvıf bir şahsiyet, bir kelimenin İbrânîce, Aramîce veya Süryanîce’deki bir kelime ile yapı ve mânâ bakımından benzerliğinden bahsetmişse, mutasavvıfın bunu doğrudan bu dillerden aldığını söylemek; dolayısıyla da tasavvufun menşei bu dinlerdendir demek doğru değildir. Arapça herhangi bir kelimenin benzerinin o dillerde de bulunması çok doğaldır; çünkü bütün bu diller semitik dillerdir; kelimeler arasında benzerliklerin olması tabiîdir. Kendisine diğer dillerde benzeri gösterilen bir Arapça kelime, ister İslamiyet’ten önce kullanılsın, isterse sonra kullanılsın, bu hüküm değişmez. Çünkü semitik diller aynı mantığa sahiptir. Dolayısıyla bir mânâyı ifade için bir Arap, diğer semitik dillerden doğrudan esinlenmeden, Arapça içerisinde, diğerlerinde benzeri bulunabilecek bir Arapça kelimeyi kullanabilir.
5. Molla Câmi’nin “Sûfî” lakabıyla ilk olarak anılan Ebû Hâşim Osmân el-Kûfî’ye Remle’de hângâh yaptıran kimsenin bir Hristiyan idareci olduğunu söylemesi: Nicolsan’a göre, sûfîlerce kurulan ilk hankâh Remle’dedir. Filistin’de bulunan bu hankâhı Hristiyan bir emir yaptırmıştır. Bu da tasavvufta manevi hayatın benimsenmesine, insanlardan uzaklaşıp sahraların derinliklerinde riyâzet ve çile uygulamalarının yerine getirilmesine, ruhbanlık anlayışının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Şarkiyatçılar, şu veya bu Hristiyan veya Yahudi mistiğiyle, şu veya bu mutasavvıfın bazı düşüncelerinde veya yaşantısında benzerlikler buluyorlar; oradan tasavvufun menşeini bu dinlere indirgiyorlar. Bir örnek verecek olursak, Cüneyd-i Bağdâdî’nin tesbih biçimiyle orucu açmak için Talmudî gelenekteki mavi ve siyah ip kullanma arasında benzerlik kuruluyor. Cüneyd-i Bağdâdî’nin Talmudî geleneğin tesirinin altında kalması, tarihî açıdan kesin bile olsa, buna dayanılarak tasavvufun menşei Talmudî gelenekten çıkarılamaz. Her şeyden önce Cüneyd, onuncu yüzyılda yaşamış bir mutasavvıftır ve tasavvuf sadece Cüneyd’den ibaret değildir.
6. “İslam’da ruhbanlık yoktur.” hadisine dayandırarak tasavvufun Hristiyan ruhbanlığına bağlanması: Şarkiyatçıların İslam tasavvufa izin vermiyor mantığıyla, tasavvufun menşeini dışarıda aramaları ve bunun için de geçersiz mesnetler serdetmeleri, yersiz iddialardır.14
4. Hint Tesiri
Alfred Von Kremer ve Reinhard P. Dozy gibi kimi şarkiyatlar tasavvufun gelişim dönemi üzerinde Hint etkileri olduğunu kabul etmişlerdir. Max Horten’in bu alandaki sayısız yazısı bu çabanın bir göstergesidir.15 Tarihî açıdan Müslümanlarla Hindular arasında tasavvufun ortaya çıkışından önce herhangi bir bağlantı olduğunu teyid edecek bir delil yoktur. Ayrıca, tasavvufun kemale erişinden önce, Hindistan ile alakalı Arapça bir eser daha yazılmamıştır.16
Tasavvufun menşeini, Hint dinlerinde ve dinî felsefelerinde arayanların iddialarını şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Vahdet-i Vücûd öğretisiyle “Vedenta” mektebi arasında benzerlikler
2. W. Jones tarafından Mevlanâ ve Hâfız’ın şürleriyle “Gîta Govinda” arasında yakınlıklar görülmesi
3. Kremer ve Rosen tarafından İbrahim İbn Ethem’in hayatıyla Buddha’nın hayatı arasında ortaklıklara işaret edilmesi
4. Thöluck ve Horten’ın tasavvufî düşünceyi “Upanişad”lara yaklaştırması.
Bu tür yaklaşımları serdeden şarkiyatçılar genelde kendi tarafgir yaklaşımlarını ortaya koymaktadır. Onlar bu konuda daha çok bazı eserlerinde tasavvufî düşünce ile Hint fikirleri arasında benzetmelerde bulunan Birûnî’yi örnek göstermektedir. Diğer taraftan, İslam tasavvufunun menşei olarak gösterilen Patanjali (Patankali) ve Yoga-Sutra, tarihî açıdan hem tasavvuftan hem de Hallâc ve Bayezid-i Bistamî gibi kendisinden etkilendikleri iddia edilen mutasavvıfların zamanından çok sonra ortaya çıkmıştır. Tarihî açıdan sonra olan bir şeyin, önce olana tesir etmesi nasıl mümkün olabilir? Özellikle “Horten”in görüşleri olmak üzere, tasavvufta Hint menşei arayanların görüşleri, M. Mario Moreno tarafından delillere dayanarak çürütülmüştür.
Sonuç ve Değerlendirme
Tasavvufun İran, Hint, Yunan, Hıristiyan ve Yahudi kültüründen etkilendiğini iddia eden şarkiyatçıların yaklaşımlarını bu şekilde özetledikten sonra bir gerçeğin altını çizmek istiyorum. Bahsedilen bu Batılı bilim adamlarından çoğu kendi içlerinde de tutarlı olamamışlardır. Bir zamanlar tasavvufa herhangi bir kaynağın tesir edişinden uzun uzadıya bahsederken aynı araştırmacı bir başka dönemde tasavvufun menşeini başka etkenlerde arama çabasına gitmiştir. Örneğin E. Renan, bir zamanlar İran tesirini tasavvufun menşei gösterirken, daha sonraki dönemde Yunan felsefesini adres göstermiştir. Benzer şekilde Nicholson da bir zamanlar tasavvufun menşeini Hint düşüncesi olarak gösterirken, sonraki dönemlerde tasavvuf için temel adresi Hristiyanlık’ta görmüştür. Aynı şekilde Wensinck bir zaman Yahudiliğe yönelirken, daha sonra Yunan felsefesine yönelmiştir. Bu da, onların, kendi içlerinde bile tutarsız olduklarını göstermektedir. Ayrıca birinin kabul ettiğini öbürü reddetmiştir.
Tüm bu yaklaşımların aksine tasavvufun menşeini zühd ve takva hayatı olarak gören, tasavvufa kaynaklık eden yegane unsurun Kur’an ve sünnet olduğunu, tasavvufun İslam’ın kendi doğasından ortaya çıkan bir düşünce sistemi olduğunu savunan şarkiyatçılar da vardır. Onlar tasavvufun menşeini Hz. Peygamber’in rûhânî hayatı olarak görüp tasavvufu dışarıda aramaya kalkışmanın anlamsızlığına dikkat çekmişlerdir. D.S. Margoliouth, L. Massignon, Trimingham, H. Corbin, R. Caspar, R. Amaldez, L. Gardet gibi birçok çağdaş Batılılar, artık tasavvufun menşeinin İslam olduğunu savunmaya başlamışlardır: Meselâ tasavvufun menşeini bir zamanlar Hristiyanlık tesiriyle açıklayan Trimingham, en son eserinde tasavvufu, İslam’ın kendi içerisinden çıkan tabiî gelişme olarak göstermektedir.17 Tasavvufun menşeini Kur’an ve Hz. Peygamber’e bağlayan İbn Haldun’un daha müspet şu kanaatiyle makalemi noktalamak istiyorum:
“Bu kimselerin (sûfîlerin) yolu, İslam’ın ilk günlerinden beri var olan bir hareketti. Bu, sahâbe, tâbi’ûn ve onları takip edenlerin hakikat ve irşâd yolu alarak benimsenmişti. Başlangıçta bu, ibâdette şuurlu olarak, bir insanın kendisini tamamen Allah’a yöneltmesi, dünyanın boş şeylerine kendisini kaptırmaması, aşırı mal mülk edinme ve zevkler peşinde koşmaktan çekinme ve ibâdet gayesiyle insanlardan uzaklaşması olayıydı. Bütün bu şeyler, sahâbe ve ilk Müslümanlar arasında normal şeylerdi. Fakat özellikle hicri 2. yüzyıldan sonra, dünya sevgisi ağır basmaya başlayınca, halk dünyalık şeylere meyletti; zühd ve takvâya yönelenler ise, “sûfî” ismiyle onlardan ayrıldılar.”18
1 Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf, Yeni Boyut, Sekizinci Baskı, İstanbul 1998, s. 12.
2 Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî, Tasavvufun Esasları -Avarifu’l-Maarif Tercemesi-, haz..H.Kâmil Yılmaz & İrfan Gündüz, Vefa Yayıncılık, İstanbul 1990, s. 210.
3 Ebu Nasr Serrâc et-Tûsî, el-Luma’, thk. Abdulhalim Mahmud & Abdulbaki Sürur, Dâru’l-Kutubi’l-Hadise, Kahire 1960, s. 42.
4 Ebu’l-Ala Afifi, Tasavvuf İslam’da Manevi Devrim, trc. H. İbrahim Kaçar & Murat Sülün, Risale Yayınları, İstanbul 1996, s. 71.
5 Annemarie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, trc. Ergun Kocabıyık, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2001, s. 25.
6 Afifi, Tasavvuf, s. 71.
7 Mehmet Bayrakdar, “Tasavvufa Yabancı Tesir Meselesi”, Tanımı, Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf, Seha Neşriyat, İstanbul 1991, s. 92.
8 K. Inostrencev, Iranian Influence on Moslem Literature, trc. G.K. Nariwan, Bombay 1918.
9 John Spencer Triıningham, Islam in the Sudan, Oxford University Press, Oxford 1949, s. 189, not 1.
10 İmam-ı Gazâlî, el Mumkızu Mine’d-Dalâl Şerhi, haz.Abdulhalim Mahmud, İstanbul 1990, s. 241.
11 Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s. 26.
12 M. Asin Palacios, el-Islam Cristianizado, Madrid 1931.
13 Serrâc, el-Luma’, s. 43.
14 Bayrakdar, “Tasavvufa Yabancı Tesir Meselesi”, s. 93-95.
15 Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s. 26-27.
16 Afifi, Tasavvuf, s. 70.
17 John Spencer Trimingham, The Sûfî Orders in Islam, Oxford 1971, s. 2.
18 Ibn Haldun, Mukaddime, trc. Zakir Kadiri Ugn, MEB yay., İstanbul 1991, c. II, s. 540-541.
* Prof. Dr., Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim dalı öğretim üyesi