İsmail Kara ile İslâmcılık üzerine
Ahmet Faruk Çağlar
Bazı çalışmaları:
Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi-Metinler/Kişiler (3 C.: 1, 1986; 2, 1987, 3, 1994), İslâmcıların Siyasi Görüşleri (1994), Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye (1998), Amel Defteri (1998), Biraz Yakın Tarih Biraz Uzak Hurafe (1998), Kutuz Hoca’nın Hatıraları-Cumhuriyet Devrinde Bir Köy Hocası (2000), Bir Felsefe Dili Kurmak-Modern Felsefe ve Bilim Terimlerinin Türkiye’ye Girişi (2001), Güneyce-Rize Sözlüğü-Bir Doğu Karadeniz Köyünün Hafızası ve Nâtıkası (2001), İslâm Siyasî Düşüncesinde Değişme ve Süreklilik-Hilafet Risâleleri (6 C. 2002-2014), Din ile Modernleşme Arasında Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri (2003), Sözü Dilde Hayali Gözde (2005), Aramakla Bulunmaz (2006), Hanya/Girit Mevlevihanesi-Şeyh Ailesi Müştemilatı Vakfiyesi Mübadelesi (2006), Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm I (2008), İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz-Şerh ve Haşiye Meselesine Dair Birkaç Not (2011), Nurettin Topçu-Hayatı ve Bibliyografyası (2013).
İslâmcılık terimi ilk kez ne zaman kullanılıyor, bu kavramsallaştırmayı kim, ne zaman yapıyor? Bununla başlayabilir miyiz?
Benim görebildiğim kadarıyla İslâmcılık’ı bu hâliyle ilk kullanan 1913 yılında Babanzâde Ahmet Naim beydir, önce makale sonra kitapçık olarak yayınlanan ve milliyetçilik meselesini tartıştığı İslâm’da Dava-yı Kavmiyet başlıklı metninde. Pek doğru bir adlandırma olmadığını da söylüyor. Ama buna takılıp kalmamak lazım. Çünkü 1871 yılından itibaren ittihad-ı İslâm, vahdet-i İslâmiye, İslâm siyaseti, nihayet Ziya Gökalp ve Said Halim Paşa’nın dilinde İslâmlaşmak kelime-kavramlarıyla kestedilen de bir ideoloji, yeni bir İslâm yorumu, yeni bir yaşama biçimi ve bir devlet politikası olarak İslâmcılıktı. Elbette aralarında az çok anlam farklılıkları var. Dönemlere göre de değişiyor. Hemen belirtelim, ittihad-ı İslâm bir devlet politikası olarak ittihad-ı Osmanî’nin bir alt kademesi veya daha dar bir çerçevesi, ittihad-ı etrakin de bir üst kademesi veya daha geniş bir çerçevesidir. İslâmcılığın ittihad politikalarına sığmayacağı da bir vakıadır elbette.
Peki İslâmcı olarak nitelendirilenler bu sıfatı/tanımı başlangıçtan bugüne kabul ediyorlar mı? Tanımı konusundaki tüm tartışmalara rağmen soruyorum…
Hem evet hem hayır dememiz lazım. Evet, çünkü İslâm üzerinden, yeni İslâm yorumları üzerinden bir kimlik, bir millet, bir toplum hatta bir devlet inşası talebi, ihtiyacı ve zarureti var. Homojenlik, aktivizm, ideoloji bunun üzerine kurulacaktır. Hayır, çünkü İslâmcıyım demenin o gün de bugün de bir bedeli, bir yükü var, hem kişiler hem de devlet için. Bu yüzden Sultan Abdülhamit ve İttihat ve Terakki hükûmetleri batılı devletlerin, oryantalistlerin, gazetecilerin panislâmist politikalar uyguluyorsunuz şeklindeki ima ve beyanlarını reddetmişlerdir. O kadar ki Sultan Abdülhamit döneminin yasaklı kelimeleri arasına girmiş çıkmıştır ittihad-ı İslâm terkibi. 60’ların sonu 70’lerin başında da İslâmcılık kelimesine mesafeli duran şimdi “İslâmcı” dediğimiz fikir adamlarının, cemaatların, sanatçıların, siyasi grupların sayısı hayli fazla idi. Hem kelime olarak doğru bulmuyorlardı hem de yüklerinden kaçınıyorlardı. Zaten 1924’ten sonra Türkiye’de İslâmcı kelimesinin tekrar meşru ve normal bir kelime olarak tedavüle girmesinin tarihi 1971 falandır.
19. yüzyıldaki ilk İslâmcılarla, şu anki İslâmcıların kendilerini tanımlama biçimleri, talep ve önerileri aynı mı, yoksa hayli farklılaşmış tavır ve yönelimler mi söz konusu?
Aynı olan yönleri var, farklılaşan yönleri var. Bu da gayet tabii. İslâmcılık durağan bir akım değil. Ayrıca İslâmcılık düşüncesinin boy verdiği coğrafyaların şartları, iniş çıkışları da aynı değil.
İslâmcılık ile İslâm’ın/Müslümanlık’ın eşanlamlı/aynı şey olduğunu söyleyen birçok ismin aksine siz İslâmcılık ile Müslümanlığı ayırıyorsunuz ve; ‘‘İslâmcılık Müslümanlık dairesinin içindedir ama tersi doğru değildir.’’ diyorsunuz. ‘‘Sıradan’’ Müslümanları İslâmcılardan ayıran özellik modern/siyasi taleplerinin olmaması mı? Bu ayrım nasıl yapılıyor?
İslâmcılık siyasi öncelikleri olan bir ideoloji; bir kurtuluş ve kalkınma ideolojisi aynı zamanda. Ayrıca bütünlüğü olan, asla ve ana kaynaklara sadakat iddiasında olan yeni bir din yorumudur, yeni bir İslâmi hayat ve ahlak talebi var. Bu yeni bir insan ve toplum arayışı demek. Bütün bu unsurlar aslında daha geleneksel zihniyet dünyalarının içinden gelen, kendisiyle ve hayatıyla barışık, mütevekkil Müslümanlıkla şu veya bu düzeyde çatışıyor. İslâmcılık, hiç değilse bazı versiyonları aynı zamanda mevcut Müslümanlıkla, halkın din anlayışı ve dindarlığı ile mücadele eden bir anlayışa sahiptir. Bunu unutmamak lazım. Onun için İslâmcılıkla İslâm’ı ve Müslümanlığı eşitlemek bizi meseleyi doğru anlamak ve derinliğine tartışmaktan uzaklaştırır. Elbette bir diğerine eşitlemeden aralarındaki kuvvetli ilişkileri hesaba katmak lazım.
İslâmcılık daha geniş bir daire olan İslâm’ın içindeki çağdaş/modern bir hareket/yorum da olsa, modernizmin içinde yaşayan, onunla yüzleşmek ve hesaplaşmak zorunda olan her Müslüman dolayısı ile İslâmcı olmuyor mu? Dolayısıyla da, 21. yüzyılda İslâmi hassasiyet sahibi her insan İslâmcı olmuş olmuyor mu?
Yüzleşmek ve hesaplaşmak derseniz bu çizgi İslâmcılığa çıkar. Bu doğru. Ama sormak lazım; büyük kalabalıkların, hadi eski tabiri kullanalım, sevad-ı azamın şuurlu bir yüzleşme ve hesaplaşma ile ne kadar alakaları var acaba? Onlar Müslüman ve Müslümanlıklarını mutlaka veya bir şekilde sürdürmek istiyorlar, öte dünyayı da kazanmak arzusundalar. Yüzleşmek ve hesaplaşmak biraz başka şeyler değil mi?
İslâmcılığın siyasi bir ideoloji olarak tanımlanabileceğini, bununla birlikte itikattan sosyal hayata kadar bütün alanlarla ilgili, kapsamlı bir kavram olduğunu söylüyorsunuz. Daha önceki İslâm/İslâmi yorum ve anlayışlar daha az mı siyasiydi? 19. yüzyıldan sonra mı İslâm’ın siyasi yönü öne çıktı/ağır bastı?
Güzel soruya ne denir! Şöyle söyleyelim: Hiçbir din siyaset öncelikli değildir aslına bakarsanız. İşte dinin ana konularını sayarken iman, ibadet ahlâk diyoruz değil mi? Buralarda da siyaset var ama gördüğünüz gibi bağırmıyor. Daha önceki bir röportajda da söylemiştim, siyaseti müminlerin ibadetlerini kolaylaştıran, Allah’ın rızasını kazanmalarını mümkün kılan faaliyetler bütünü olarak tarif eden alimler var. Harika bir tarif bu.
İslâmcılık siyaset önceliklidir dediğimiz zaman başka bir şeyden bahsediyoruz. Benim yorumuma göre İslâmcılığa hayatiyet kazandıran asıl ve birincil kaynak devleti kurtarmak fikridir. Bunun arkasında da askeri mağlubiyetler, sömürgecilik, Müslümanların onurlarının zedelenmesi vesaire var. Devletin bekası fikri dini kurtarmak fikrini de içeriyor, âdeta tabii olarak. Çünkü dinle devlet bizim kültürümüzde içiçedir, bir diğerinin mütemmim cüzüdür. Osmanlıların meşhur cümlesini hatırlayalım: “Din asıl devlet ânın feridir”. Veya “din ü devlet mülk ü millet”. Ve Akif’in mısraını: “Bu da çiğnendi mi çiğnendi demek şer’-i mübin”. Anadolu topraklarının kâfir çizmesiyle çiğnenmesini eşit düzeyde İslâm’ın çiğnenmesi olarak görüyor. Bunu ciddiyetle anlamak ve yorumlamak lazım. Yahya Kemal de yaklaşık aynı yıllarda “Galib et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın” diyor.
İslâmcıların tehdit algısı ve yorumu böyle. Öncelikleri değiştiren de bu.
İslâmcılığı İslâmiyet’in, İslâm dünyasının iç dinamiklerinin harekete geçmesi ve tecdid geleneği üzerinden açıklama tarzlarına biraz mesafeli mi duruyorsunuz?
Hayır. İç dinamikler ve tecdid geleneği çok önemli. Fakat buradaki soru şu: Harekete geçirici öncelikli sebep iç dinamikler ve tecdid geleneği mi yoksa mağlubiyetler ve dış baskılar mı? Her ikisi derseniz fazla bir mesele yok. Ama İslâmcılığı kurtarmak için dış etkiyi gerilere doğru kaydırmak isterseniz bunun üzerinde durmak lazım derim.
19. yüzyılda, Batı karşısında alınan mağlubiyetlerin sıklığı arttıkça, galiplerin üretim güçleri ve bu gücü mümkün kılan ideolojileri galibiyetlerinin sebebi olarak görüldükçe, buna cevaben, din de bu modern ideolojilere cevap verecek, karşı koyacak bir ideoloji gibi algılanmaya başlanıyor. Dönemin hakim ideolojilerine ‘‘rakip’’ başka bir ideoloji… Modern/Batılı sadmelere ve sömürgeciliğe başka türlü göğüs gerilebilir miydi? İdeolojilerin/Modernizmin yayılması, yaygınlaşması karşısında İslâm’ın varlığını sürdürebilmesi için yeni bir yorumun, -Müslüman kalarak modernleşme ideolojisi olarak tanımladığınız- İslâmcılık’ın ortaya çıkması kaçınılmaz mıydı? Modernleşmeye direnerek, modernleşmeden hayatta kalmak mümkün değil miydi?
İslâmcılık elbette bir fantezi değil, anlamsız bir şey hiç değil. Bulduğu toplumsal karşılık, dayanıklılığı, kendini yenileme kapasitesi, sesi ve nefesinin gürlüğü bunu gösteriyor. Bir savunma, bir meydan okuma, bir uyum, bir var olma, bir yeniden inşa arayışı… Tarihin imkânlarına ve ihtimallerine meydan okumak iyi bir şey değil ama İslâmcılık kaçınılmaz bir şeydi, bir şeydir diyebiliriz. Bunda bir mahzur yok. Yalnız kaçınılmaz demek felsefi ve fiili problemi yoktu, yoktur; yanlışları, yetersizlikleri olmamıştır, olmamaktadır şeklinde anlaşılmayacak herhâlde.
İslâmcılığı hem modernleşmeye direnen hem de modernleşme ile uyum arayan bir düşünce ve hareket olarak görürsek -ki bence doğrusu bu olmalıdır- o zaman hem imkânları hem de problemleri daha rahat görmek ve tartışmak fırsatını da ele geçirmiş olacağız. Aksi hâlde İslâmcılığı benimseyenleri de ona karşı çıkanları da tek taraflı ve derinliksiz kalma tehlikesi karşılayacaktır.
‘‘Modern yenilgi’’lerin yol açtıkları karşısında Müslümanlar biraz da şaşkınlıkla/panikle hareket etti, zira bu taarruza acilen cevap verilmesi gerekiyordu. Ve sizin de belirttiğiniz gibi, Batılı kavram ve kurumlar ne oldukları, nereden kaynaklandıkları, ne işe yaradıkları derinliğine bilinmeden, araştırılmadan İslâm dünyasına aktarıldı. Bugün ise daha sağlıklı/soğukkanlı analizler yapılabiliyor, ‘‘yenilgi’’nin sebepleri daha doğru tespit edilebiliyor. Buna rağmen modernizme, batılılaşmaya bakışta, en azından pratik olarak bir değişiklik yok. Aksine, bazı Müslüman coğrafyalarda modernleşmenin hızı daha da artmış bulunuyor. Bu başka türlü olamayacağı için mi? Mevcut şartlarda, modernleşmeden/batılılaşmadan hayatta kalınamayacağı için mi?
Bir röportajlık, hatta bir kitaplık soru var bu sorunuzda. Bir yerden başlayalım. Aciliyet, acil çözüm arayışı sadece İslâmcılığın değil modernleşme dönemindeki bütün fikir hareketlerinin ve siyaset etme biçimlerinin ciddi problemi. Bu ilkelerden ve sebeplerden ziyade neticelerle ilgilenmeyi getiriyor. Bu da üzerinde fazla düşünülmemiş adaptasyonları, aktarmaları, taklitleri davet ediyor. Daha ötede nazariyatı, teoriyi, üst düşünceyi zaafa uğratıyor, pratiği, uygulamayı, teknolojiyi, mühendisliği, müsbet bilimleri öne çıkarıyor.
Bugün meselenin daha iyi, daha doğru bir şekilde bilindiği tespitinize kısmen katılabilirim. Fakat bu kısmi farkındalık İslâmcıların ve İslâmi endişe sahiplerinin önündeki problemi küçültmüyor, büyültüyor. Çünkü bugünün dünyasında iki çizgi muhkem bir şekilde kurulmadan doğru yerden başlama noktasına varmak zor gözüküyor. Çizgilerden biri İslâm’ı, kaynakları, İslâm tarih tecrübesini inkıtasız bir şekilde bilmek, kuşatmak, anlamak ve yeniden yorumlamak üzerinden işleyecektir. İnkıtasız olması çok önemli çünkü İslamcılık parçalı ve tasfiyeci bir tarih ve ilim-kültür anlayışını besliyor tarihi boyunca. Bunun üstesinden gelinebilirse bugün ve yarın yola nasıl devam edilebileceği de giderek daha fazla açıklığa kavuşacaktır. İkinci çizgi artık şu veya bu şekilde bir parçamız olduğu için müstağni kalamayacağımız modern dünyayı anlama problemi üzerinden kurulup gelişecektir. Bu da o kadar kolay bir şey değil.
Aslında Batı da, Osmanlı ya da Müslümanlar karşısında askerî/siyasi mağlubiyetler aldığında sorunu dinî inançlarında aramış, dinlerini doğru anlayıp yaşamadıklarını düşünmüşler, hatta dinlerini mağlubiyetlerin bizzat müsebbibi görmüşler. Birkaç yüzyıl sonra benzer tecrübeleri Müslümalar da yaşıyor ve verilen tepkiler bazı açılardan benzerlik arzediyor. Batı’da bu sebep-sonuç yorumundan hareket edilmesi, seküler devletlere, ferdî/içtimai anlayışlara yol açıyor ve dinden uzaklaşılıyor. Müslüman toplumlar için de aynı ‘‘tehlike’’ giderek daha çok kendini göstermiyor mu, özellikle güncel durumu göz önünde bulundurursak?
Tehlikenin büyüklüğü ve ciddiyetinde haklısınız. Yalnız bu noktada İslâm dünyasının Batı Avrupa tecrübesinden kısmen farklılaşan tarafına dikkat etmek lazım. Bizim tecrübemizde modernleşme de dinî bir mahiyet taşıyor. Paradoksal ve problemli bir şey ama böyle. Felsefi zıtlık fiilî uyuma dönüşüyor bir şekilde.
Durumun böyle tahakkuk etmesinin birkaç tarihî ve kültürel sebebi var. Biri az önce temas ettiğimiz din ile devlet arasındaki zaruri diyebileceğimiz ilişki. Devleti kurtarmak dinî kurtarmaktan bağımsız değil veya tersi. İkincisi İslâm dünyasında modernleşme projelerinden herhangi birini dinî bir kisveye, dini bir dile büründüremediğiniz zaman onun toplum tarafından paylaşılması, siyasi katılımın sağlanması kıvam düzeyde mümkün olmuyor. Aile planlaması mı yapacaksınız, organ bağışını mı artırmak istiyorsunuz, finans kurumlarına yahut gizli faize mi yol vermek istiyorsunuz… Hangisini yaparsanız yapın, orta veya yüksek başarı sağlamanız bunların dinen caiz ve doğru olduğunu söylemenizle mümkün olacak. Meşrutiyet için de, cumhuriyet için de, demokrasi için de durum böyle.
Böyle olunca problem artıyor, imkânlar da bir taraftan gelişiyor. Hangisi önde derseniz, buna herkes bilgi düzeyi, mevcut statüsü ve gelecek tasavvuruna göre cevap verecektir muhtemelen. Ben problemin giderek daha da derinleştiği, çıkış kapılarını flulaştırdığı kanaatindeyim.
İslâm dünyasında ortaya çıkmış en modernist tecrübelerin/fikir akımlarının bile İslâmcı bir damarı vardır diyorsunuz, dinin İslâm coğrafyasındaki önemine/belirleyiciliğine atfen… Bu Batılı dünya için de böyle değil mi? Bilimden içtimai meselelere (ideolojilere) kadar, bireysel ya da toplumsal her tepkinin, davranışın temel sebebi Batı’da da din (kilise) temelli değil mi (idi)?
Tarihen durum böyle. Türkiye’de 1924 yılına kadar batıcı, milliyetçi akımların da İslâmcı bir projesi var veya kendi fikir hareketlerini aynı zamanda dini bir yorum olarak sunuyorlar diyelim. Abdullah Cevdet’in çıkardığı derginin adı İctihad. Dinî bir kavram yani. II. Meşrutiyet yıllarında Türk sosyalistleri kendilerini zekât, sadaka, infak üzerinden, Ebu Zer örneği ile anlatmaya çalışıyorlar. Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’nin en görünür yerinde, başkanlık kürsüsünün arkasında iyi bir talik istifle Şûra ayeti yazılı.
Batı’daki durum epeyce farklı. Orada iki unsur arasındaki ilişki büyük ölçüde uyum değil karşıtlık ilişkisi. Sizin söylediğiniz de zaten kilise karşıtlığına işaret ediyor.
Modern dönem İslâm dünyasının din algısı siyaset ağırlıklıdır diyorsunuz. Son dönemde ise din algısının/tasavvurunun bireyselleştiği, dinin (bireysel) ahlaki boyutuna, buna paralel olarak tasavvufa vs. ilginin arttığı görülüyor. Siyasi/toplumsal bir bakıştan yoruldu mu Müslümanlar, yoksa başka türlü bir din anlayışına müsaade edilmediği için, din tasavvuru da bireysel inanç, ahlak ve ibadetten ibaret bir anlayışa doğru mu evrildi?
Bireyselleşme diye bir vakıa var ve bu durum özellikle büyük şehirlerde gittikçe artıyor. Bu doğru. Modernleşme ekseninde anlaşılması ve açıklanması da zor değil. Fakat olan sadece bu değil. Bakınız Türkiye’de aile her şeye rağmen güçlü bir şekilde varlığını koruyor, akraba yardımlaşmaları, hemşehrilik ilişkileri hakeza, seçim sonuçlarını etkileyecek kadar güçlü. Bunların yanında bir taraftan bireyselleşen Müslümanların yardımlaşma, cemaatlaşma talepleri ve pratikleri de artıyor. Türkiye 1999 depremi gibi büyük ve travmatik bir hadisenin yaralarını devlete rağmen bu dini ve geleneksel cemaatçı, dayanışmacı yapısını devreye sokarak sardı. Bireyselleşmeyi bunlarla birlikte ele almak lazım.
‘‘Siyasal İslâm İslâmcılığı çok yeni bir kavramsallaştırmadır, hatta İslâm’ı tehdit edici siyaset dairesine hapsetmek için üretilmiş ve kurgulanmıştır.’’ diyorsunuz ve ekliyorsunuz: ‘‘Şiddet ve terör bu kurgunun altbaşlıklarıdır.’’ Bu kavramsallaştırma ve kurgu Müslüman ülkelerdeki (iç)çekişmenin mi bir ürünü? Yoksa uluslararası/küresel güçler mi bu tehdit algısını oluşturmaya çalışıyor? Zira Batılı ülkelerde de bu kurgunun sonucu olan bir ‘‘İslâmcı tehdit’’ algısı hızla yayılıyor…
Meselenin başka bir tarafına intikal ettik. Akademik çalışmalarda da rahatlıkla kullanıldığına bakmayın, Siyasal İslâm stratejistlerin icad ettiği kullanışlı bir çerçevedir ve daha dünkü bir tabirdir. Şiddet ve terör bu kurgunun ayrılmaz bir parçasıdır. Karşısına kültürel/ılımlı İslâm’ı koyanlar da aynı çevreler. Birini seçtiğin zaman kendine ait iyi bir şey seçmiyorsun, aynı çerçevenin sağına veya soluna yerleşmiş oluyorsun, belki konjonktürel olarak bir anlamı var. Daha önce radikal ve fundamentalist hareketler vardı. Bir öncesinde halk İslâmı ve entelektüel İslâm vardı. Gidin panislâmizme kadar…
Uluslararası bir mesele olarak İslâm ve İslâmcılık şimdiye kadar konuştuklarımızdan farklı bir karakter taşır. Önce şunu söyleyelim. Millî veya uluslararası siyaset merkezleri İslâmcılık meselesiyle ciddi olarak ilgilidirler. Dün de böyle idi bugün de böyle. Onlar için önemli olan bu hareketin kullanılabilirlik derecesi ve tehdit kapasitesidir, yoksa şeriatçı, demokratik, ılımlı olup olmaması değil, kesinlikle değil. Bakınız soğuk savaş döneminde İslâm dünyasının değişik coğrafyalarında Rusya’ya karşı açıkça uluslararası destek gören bazı radikal ve şeriatçı İslâmcı akımlar soğuk savaş sonrası dönemin terörist, şiddet yanlısı siyasal İslâmcıları oldular ve sert bir şekilde bastırıldılar. Bu da değişebilir. Mesela Arap baharının diyelim ki Mısır’da iktidara getirdiği Müslüman Kardeşler’in dünkü konumları ne idi diye sorarsak nasıl bir manzara ile karşılaşacağız acaba? Yaser Arafat’ın, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün 60’lı, 70’li yıllarda solcu, Marksist, Rusya taraftarı olduğunu da hatırlayalım.
Ahmed Hamdi Akseki hakkında 90’lı yıllarda yazdığınız bir yazıyı şöyle bitiriyorsunuz: ‘‘Bugün rejimle uzlaşan/uzlaşma yolları arayan İslâmi endişe sahiplerinin ulaşmak istedikleri meşru hedefleri nelerdir, bunları elde edebiliyorlar mı?’’ Bugün itibariyle aynı soru sorulabilir mi? Yoksa gelinen noktada bu soruların cevabı verilmiş oldu mu?
Aynı sorunun daha da ağırlaşarak önümüzde durduğunda şüphe yok. Sorunun cevabının verildiğini söylemek bence mümkün değil ama sorunun unutulduğundan veya ehemmiyetini kaybettiğinden bahsedilebilir.
Yine bir yazınızda; ‘‘Köprünün altından bu kadar sular geçtikten sonra ‘irtica’ kalıbının hâlâ mahkum edici ve muhalefeti dışlayıcı bir araç olarak kullanılıyor olması dikkat çekici değil mi? Aslında bu durum gerçek ve sahici muhalefetin ancak Müslümanlardan gelebileceği yolunda bir korkudan da kaynaklanıyor.’’ diyorsunuz. Buna mukabil, ‘‘Bir Siyasi Rüyanın Tahkiyesi’’ başlıklı bir başka yazınızda; uzun süre sonra ötmesine müsaade edilen serçe’den karga sesi çıktığını söylemekle artık şakıma şansının yitirildiğini ima ediyorsunuz. Ve bir başka yerde, İslâm siyasi bir rejim olarak tehdit olmaktan çıkalı yarım asır oldu diyorsunuz…
İrtica esas itibariyle muhalefetin adıdır, yakın tarihimizde de böyle işlemiş, böyle işletilmiştir. İslâm dünyasında gerçek muhalefetin din ve İslâm merkezli olacağını bu meselelerle ilgilenen herkes bilir. Fakat bu kuvvetli ve müessir slogan muhataplarını da ciddi olarak etkilemiş ve dönüştürmüştür. “Takunyalıların ortopedik terlikleri” yazımda da buna, bu deformasyona işaret ediyorum. İrtica hem bir tehdit olarak canlı tutuluyor hem de gerçek fonksiyonunu icra edemeyecek bir şekle bürünmesi için zorlanıyor.
Müslümanların öneri sunma şansları hâlâ var mı? Yoksa bu imkân yitirildi mi? Ki, bir yandan mevcut küresel sisteme eklemlenmiş ve daha da eklemlenmek için çaba sarfeden Müslüman ülkelerin varlığı görülüyor, diğer taraftan Batı’da, hatta tüm dünyada; İslâm öcü, Müslümanlar terörist algısı oluşturulmaya çalışılarak, bir ‘‘İslâmi öneri’’ gelmesinden duyulan korku seziliyor…
Müslümanların, İslâmcıların teklif sunma ve çözüm üretme şansları her zaman var. İtikaden var bir defa, çünkü İslâm kıyamete kadar baki kalacak. Fiilen ve reel bir değerlendirme ile de var. Müslümanların, İslâm ülkelerinin, diyelim ki Türkiye’nin kısa sürede sağalma kapasitesi de çok yüksek. Yeter ki doğru yola girsin, hemen toplumsal karşılık da bulacaktır. Ayrıca İslâm modern dünyanın kurucusu ve aktif unsuru olmayan istisnai bir yerde duruyor. Bu da büyük bir imkân. İnsanlığa sözü olan tek merkez burası aslında. Alternatif kelimesini kullanmayı hiç sevmem ama burada kullanalım; tek alternatif. Bu biliniyor. Bir korkudan bahsedilecekse kaynağı bu.
Dünyanın herhangi bir yerinde İslâmcılar arzuladıkları (!) iktidarı elde etseler ne olur? Hazırlıkları, sahici teklifleri var mı? Bir siyaset felsefesi, uygulanabilir bir siyasi yapı ortaya koyabilirler mi? Fikrî, kültürel, sanatsal ya da ekonomik öneriler sunabilirler mi? Söz gelimi topladıkları paraları İngiltere’deki altın borsasına gönderip kârı paylaşan ‘‘faizsiz’’ bankacılıktan başka, devasa cüsselere ulaşmış ekonomik yapıları yönetebilecek önerileri var mı?
Bu soruya nasıl cevap verilir tam bilmiyorum. (Görüyorsunuz, benim de bilmediğim şeyler var!). Soru şu: Diyelim ki bilmem hangi Müslüman ülkenin İslâmcıları İngiliz tipi parlamenter sistemi kendi ülkelerinde kurdular ve başarılı bir şekilde yürütüyorlar. Bu onların başarısı mı olacak yoksa İngilizlerin mi? Faizsiz bankacılık kimin başarısı? Tarihinizden yani kendinizden gelmeyen çözümler sizin olmuyor, tarihte yani kendinizde kalarak bugüne çözüm üretemiyorsunuz. İslâmcıların, modern dönem Müslüman aydınların tarihi tasfiye etmeyi bir çözüm olarak görmeleri de buradan doğuyor. Ama çözüm olmadığı malum artık.
Fikrî olarak çözüm belli aslında: Bugün yaşıyorsunuz ve çözümleriniz bugüne hitap edecek, bugün için anlamlı olacak. Fakat çözümlerinizin size aidiyetini yani sizin işinize yarayacağını sağlayacak şey geçmişinizle felsefi olarak, inanç olarak tam bir irtibat ve uyum içinde olması. Fiilen bunu yapmak o kadar kolay değil. Ayrıca bu masa başında da olmaz. Kervan yolda düzülür. Doğru fikirle yola çıkacaksınız ve yapacaksınız. Kervanın yolda düzülmesini mümkün kılan şey bir kervan fikrinin ve varılacak bir yer düşüncesinin olmasıdır. Yolun da bir varlığı ve tabiatı var elbette, o da konuşacak ve kendince müdahalelerde bulunacak.
Son olarak şunu sormak istiyorum; Müslümanlar ekonomik olarak ‘‘onlar’’ kadar güçlü olmadan, ‘‘onlar’’ kadar çok ve çeşitli silah, öldürme makinesi üretmeden, kısaca modernleşmeden, kapitalistleşmeden, kendi halklarını ya da dünya halklarını sömürmeden, yeterince güçlü olmak adına hayat tarzlarını, dünya tasavvurlarını değiştirmeden, nasıl baş edebilirler hegemonik güçlerle? Bu mümkün mü?
Bu zor soruya kestirmeden ‘‘mümkün olsa ne olacak, ortada İslâm ve Müslümanlık kalmadıktan sonra’’ diye cevap verilebilir. Ben ‘‘hem batılılaşalım hem Müslüman kalalım’’ yahut modern dindarlık meselesini anlaşılır hâle getirmek, problemlerine işaret etmek için şöyle ironik bir cümle kuruyorum: ‘‘Hem gavurlaşalım hem Müslüman kalalım.’’ Aslında son birkaç asırdır olan biraz böyle bir şey ama olmadığı ortada.
İsterseniz İsmet Özel’in 35 sene önce sorduğu soruyu gündeme taşıyarak bitirelim, çünkü bu soru orada, Üç Mesele’nin sonunda ve bütün ağırlığıyla duruyor: “Güçlü bir topluma ulaşıp onun Müslümanlaşmasına mı, Müslüman bir topluma ulaşıp onun güçlendirilmesine mi çalışacağız?”