Bilgi nedir ve biz insanlar neyi bilebiliriz?
Markus Gabriel*
Markus Gabriel
Felsefe, Platon ve Aristoteles’ten beri bilginin insanın sahip olduğu mükemmel bir zihinsel durum olduğunu varsaymaktadır. Aristoteles Metafizik isimli eserinin başında bütün insanların doğası gereği bilmek istediklerini söylemektedir. Platon Theaitetos diyoloğunda ortaya bir bilgi teorisi, kanonik özellikte bir epistemoloji koyan ilk kişi olmuştur. Ancak genel olarak, “felsefe” kavramının da ifade ettiği gibi ilahî hikmet ve beşerî bilginin bir tezat teşkil ettiği göz ardı edilmektedir. Bilimsel felsefenin kurucuları felsefenin prensipte hikmetten farklılık gösterdiği konusunda hemfikirdir. Bu farkın belirleyici sebebi beşerî bilgi kavramında yatmaktadır.
O zamandan bu yana beşerî bilgi kavramından ne anlaşılmaktadır? Şurası kesindir ki, bu kavram ilahî hikmetten de hayvansı (dürtüsel) bilgiden de ayrı bir bilgi biçimini ifade etmektedir. Biz insanların bir konudaki bilgisi yanılma payı olacak şekilde kısıtlıdır. Buna karşın Tanrı sadece tek tanrılı dinler tarafından değil, Yunan filozofları tarafından da yanılmayan, her şeyi bilen olarak kabul edilmektedir. Hayvanlar ise bazı şeyleri biliyor daha doğrusu gerçekliği duyumsal olarak anlıyorlardır. Ancak onlar dilsel olarak dolayımlanan bilgi iddialarını siyasi bir şekilde organize bir topluluk çerçevesinde kaydetme özelliğinden yoksundur. Fakat Yunan klasiklerinden çağdaş epistemoloji teorisine kadar beşerî bilgiyi karakterize eden unsur işte tam da bu özelliktir.
Günümüz dünyasının içinde bulunduğu kaotik durumda çok sayıda somut sosyal sorunla ilişkili olan beşerî bilginin yanılgı ve karmaşalarını daha yakından ele almadan önce, giriş olarak felsefe için “bilgi“ kavramının ne ifade ettiğini açıklamalıyız:
1. Peki bilgi nedir?
1.“Bilgi“ ismi ve bu kökten türemiş olan “bilmek“ fiili ve burada söz konusu olan ve büyük bir önem taşıyan “idrak“ kelimesi doğal dillerde karmaşık bir şekilde birbirinden ayrılmıştır. Bu anlamda bilgiden ansiklopedilerde ve uzman kurullarında toplanan bir olguymuş gibi bahsederken bir taraftan da birilerinin bir şeyleri bildiğinden söz ederiz. Binlerce yıldır felsefeyi öncelikli olarak ilgilendiren konu teorik bilgi yani gerçeklikte şeylerin nasıl olduğunun bilgisidir. Bilgisizliğin aksine bilgiye, olgulara karşı belli bir tutum ifade ettiği için değer veririz.
Şehir devleti Atina›da felsefenin bilimsel bir disiplin olarak ortaya çıkmasının sebebi kitlelerin bildiğini sandığı şey ile gerçekten bilgi olarak kabul edilmesi uygun olan şey arasındaki merkezî farktır. Yani mesele, hukuk retoriğinin ve siyasi hitabet yazarlarının halkı manipüle etmesi ile ortaya çıkan, istenen demagojik tablo ile amacı gerçeklik olan, gerekçeli idrake dayanan felsefe türü arasındaki farktır. Bilgi kavramının ilk defa irdelenmesini sağlayan meşhur olay Sokrates’in savunma konuşmasıdır. Bilindiği üzere Sokrates idama mahkûm edilmiştir. Sokrates, Platon tarafından hazırlanan savunma konuşmasında hem davacılarına hem de Atinalılara aslında bildiklerini iddia ettikleri hiçbir şeyi bilmediklerini göstermiştir. Bu anlamda Sokrates, Delfi kâhinlerinin kendisini insanların en bilgesi olarak görmesinin sebebini, kendisinin herkesin bildiğini iddia ettiği şeyleri bilmediğinin farkında olan tek kişi olduğu tezi ile açıklamıştır. Bu sebeple halkın onu küfür ve gençliği yoldan çıkarmakla suçlayabileceği somut tezler dile getirmediğini belirtmiştir. Sokrates’in öğrettiği tek şey yanlış ve varsayımsal bilgi iddialarının farkına varma ve yanlış otoritelere inanmama yetisidir.
Bu çerçevede Platon, Theaitetos diyaloğunda oldukça ayrıntılı bir şekilde kendi temel bilgi tanımını geliştirmiştir, bu tanım birçok kişi tarafından yanlış olarak kabul edilse de çağdaş epistemoloji teorisi kapsamında hâlen tartışılmaktadır.1 Platon bir kişinin gerçeklik hakkındaki, yani gerçeği içeren bilgiye ancak o kişinin gerekçelendirilmiş doğru bir inancı olması hâlinde (alêthês doxa meta logou) sahip olabileceğine dikkat çekmektedir.
Bu tanımın altında yatan düşünce oldukça kolay anlaşılabilmektedir. Bir kişinin bilgi sahibi olması için gerekli olan koşulları üç grupta toplayalım.
1. İnanç koşulları: Bir konuda bilgisi olan kişi bildiğini düşündüğü şeye inanır. Bonn şehrinin Köln şehrinin güneyinde olduğunu biliyorsam buna inanırım. Bu, benim Bonn’un Köln’ün güneyinde olduğundan oldukça emin olduğum anlamına gelir.
İnsanın inandığı her şey hakkında bilgi sahibi olmadığı rahatlıkla görülmektedir.
Hepimiz kendi hayatımızda veya bir başkasının hayatında çok emin olduğu ve bu sebeple kesinlikle inandığı bir konuda yanıldığı fenomeniyle karşılaşmışızdır, bu durum özellikle kişilerle alakalı olarak ama bazen de doğal gerçeklikle ilgili yaşadığımız bir deneyimdir. Yanılabilirliğimizi en geç, hangi türden olursa olsun eğitim gördüğümüz zaman anlarız. Bir şeyler öğrendiğimizde, önceki inançlarımızın kısmen veya tamamen yanlış olduğunu fark ederiz. İlahî ve beşerî bilgi arasındaki fark buradan da anlaşılmaktadır. Antik çağlardan beri Tanrı (var veya yok fark etmez) yanılmaz bir bilgi olarak kabul edilmektedir. Tanrı’nın bir şeye ancak o şey doğru ise inandığı kabul edilir. İnanç ve bilgi Tanrı için iç içedir.
2. Doğruluk koşulu: İnsan yanlış bir şeyi bilemeyeceği için, bilginin yanılma ile tezat oluşturduğu bu kısa tartışmadan da anlaşılabilmektedir. İnsan bir şeyin yanlış olduğunu bilebilir fakat yanlış bir şeyi bilemez. Ren nehrinin Nil nehrinden uzun olduğunun yanlış olduğunu biliyorum. Ancak kimse Ren nehrinin Nil nehrinden daha uzun olduğunu bilemez, çünkü bu doğru değildir.
İnsan doğru olmayan bilgi iddialarında bulunabilir (Donald Trump’ın bu seneki seçim kampanyasında dile getirdiği ve neredeyse hepsi yanlış çıkan ifadelerini hatırlayalım). Ancak bu insanın bilgi diye satmak istediği her şeyi bildiği anlamına gelmez.
3. Gerekçelendirme koşulu: Üçüncü olarak da, bir şeyi bildiğini iddia eden bir kişiden, bunu nereden bildiğini açıklamasını istemek makul bir davranıştır.
Komşuma önümüzdeki sene Federal parlamento seçimlerinde hangi partinin en yüksek oyu alacağını bildiğimi iddia edersem, haklı olarak bana bunu nereden bildiğimi soracaktır. Veya evrende bizimkine benzeyen zeki bir yaşam biçimi olduğunu bildiğimi iddia edersem insanlar bunu nerden bildiğimi öğrenmek isteyeceklerdir. Bir bilgiye sahip olan bir kişi bu bilgisini gerekçelendirebilecektir. Bu gerekçelerin arasında kişinin yanında gelişen bir duruma görerek veya işiterek şahit olması da sayılabilir. Örneğin açık olan pencereden sesini duyduğum için şu anda evimin üzerinden bir uçak geçtiğini biliyorum.
Duyularımız bazı şeylere inanmamız, yani onların gerçek olduğunu kabul etmemiz için bize sebepler sunar. Duyularımız bize gerçekliğe ilişkin bir fikir edinme imkânı verir ama gerçekliğe ilişkin fikir edinmek için tek imkân bu değildir. Zira birçok şeyi, örneğin bilincimiz olduğunu doğrudan duyularımızın yardımı olmadadan biliriz. Bilindiği gibi René Descartes, bir ruhumuz olduğunu, bir ruhumuz olduğu için bildiğimize dikkat çekmiştir. Bir benliğimin veya bir ruhumun olup olmadığı sorusunu cevaplandırmak için önceden etrafıma bakınmam gerekmez, ben bunun cevabını zaten önceden biliyorum.
Yani Platon’un görüşüne göre bilgi, bir tür gerekçelendirmiş doğru inançtır. Böylece bilgi özellikle boş bilgi iddialarından ayrılır, bu anlamda doğruluk ve gerekçelendirme birlikteliği belirleyicidir.
II. Beşerî bilgiyle ilgili sorunlar
Bununla beraber bu bilgi kavramı beraberinde bir dizi zorluk getirir.2 Özellikle şu sorun ortaya çıkmaktadır: İnançlar ve gerekçeler kendi içlerinde yanılgıya sebep olabilirler. Bir görüş için iyi gerekçelerim olabilir ama yine de bu görüşüm doğru olmayabilir. Örneğin kulağıma gelen sesler bana bu hissi verdiği için kızımın oturma odasında oynadığına dair iyi gerekçelerim vardır. Fakat kızım eşimle birlikte çocuk parkına gitmiş ve oturma odasında, kızımın oyun oynarken çıkardığı neşeli seslerin kısa bir kaydından oluşan yeni zil sesi ile eşimin cep telefonu çalıyor da olabilir.
Platon da gerekçelendirme koşulunun can alıcı noktasının, bir şeyi nereden bildiğimiz sorusunu bu nedenle kusursuz olmadan da cevaplandırabileceğimiz olduğunu düşünmüştü. Hepimiz, bir alandaki en büyük uzmanların bile muhtemelen sadece kendilerinin anladıkları çok iyi gerekçeleri olmasına rağmen bazen yanılabildiklerini biliyoruz. Dünya satranç şampiyonu Magnus Carlsen bir partideki belli bir hamlenin en iyi hamle olduğunu söylerse, günün birinde yeni bir program veya yeni bir dünya şampiyonu Carlsen’in fikrinde oldukça gizli bir hata bulana kadar belki de buna herkes inanır.
Peki inançların ve gerekçelerin yanılma payı varsa, genel olarak bilgi nasıl yanılgısız olabilir? İşte bir sonraki bulmaca burada gizlidir: Bilgi iddialarının yanılabilir olduğu doğrudur. Bir şeyi bildiğini iddia eden bir kişi, bildiğini iddia ettiği şeyi gerçeklikte bilmediği için bu iddiasında yanılabilir. Ama bir şeyi gerçekten bilen bir kişi, bildiği şey konusunda yanılmaz. Fakat bir şeyi gerçekten bilen bir kişi, bunu bilip bilmediği konusunda yanılabilir. İnsanlar insanları bildikleri şeyi bilmediklerine ikna ederek de manipüle ederler. Ne yazık ki bu durum küreselleşme çağındaki yaygın ideolojiler ile hayatın birçok alanında sıkça görülmektedir. Özellikle ahlaki ve siyasi konularda, durumu olduğundan daha karmaşık göstererek bildiğimiz pek çok şeyi bilmediğimize ikna ediliyoruz. Ne yazık ki şu anda da, farklı kültürel özellikteki insanlar arasında değer ayrımı dayatmaya çalışan dünya çapında milliyetçi bir ideoloji ile karşı karşıyayız. Ancak burada ısrarcı olunmalıdır: Temelde bütün insanlar eşittir. Onların gerçek veya sözde kültürel özellikleri onlara karşı ahlaki sorumluluklarımızı değiştirmez.
Ya da bizleri bugünlerde Almanya’da meşgul eden başka bir durumu ele alalım: Angela Merkel’in bizleri adlandırdığı gibi Almanya’daki insanlar, bir yandan Federal Almanya Cumhuriyeti vatandaşlarından ve diğer taraftan turistler, mülteciler ve yasal bir oturum izni olmayan insanlardan oluşmaktadır. Bu anlamda Almanlar, Alman vatandaşlığı olan kişilerdir. Ayrıca Almanca Federal Almana Cumhuriyeti’nin resmî dilidir. Alman kimliği bir vatandaşın hak ve yükümlülüklerinden başka bir anlam ifade etmemektedir. Halkı bize kendiliğinden dâhil olanlar ve kendileri için bu zor olanlar veya entegre olması gerekenler diye sınıflandıran kişi büyük bir hata işlemektedir. Bu sebeple ortada halkın bir kısmının, diğer kısmını dışlamak için kullandığı birçok yanlış bilgi iddiası dolaşmaktadır. Bütün bunlar ahlaki bilgi ile mücadele edilmesi gereken bir yalan ve aldatmacadır.
Bilgi yanıltıcı değildir. Çünkü o doğrudur. 2+2=4 olduğunu biliyorsam bu konuda yanılamam. Ancak maalesef bu biz insanların yanılgısız olduğu ve hatta her şeyi bildiği anlamına gelmez. Kendimizi ve hatta başkalarını bildiğimiz gerçekleri bilmediğimize ikna edebiliriz. Kendimizi ve başkalarını bilinçli veya bilinçsiz olarak şaşırtabiliriz.
Felsefe aydınlanmadır. Kant’ın ifadesine göre aydınlanma, insanın kendi sebep olduğu bağımlılıktan kurtuluşudur. Bizi bağımlı yapan şeylerden biri de yanılma payımızı yanlış değerlendiriyor olmamızdır. Biz insanlar birçok konuda bilgi sahibiyiz ve günlük hayattan ahlaka, ahlaktan en karmaşık bilimlere kadar tüm alanlarda daha fazla bilgi sahibi olabiliriz. Ama bizler yanılabiliriz. Bunun sebebi bilginin yanıltıcı olması değil, biz insanların sadece manipüle edilmeye açık koşullar altında bilgi edinebiliyor olmasıdır. Yanılma payımızın olması, yeni bir şeyler öğrenmemize yani yeni bilgiler edinmemize yardımcı olduğu için aynı zamanda bir fırsattır.
Beşerî bilgi karmaşık dinamikleri içinde iki yönden beslenir: Bir taraftan bizi doğruluğa yaklaştırır, fakat diğer taraftan bu durum doğruluktan daima uzak kalacağımız, uzaklaştırılabilir yani kandırılabilir olduğumuz anlamına gelmektedir. Bu sebeple bilgi büyük bir değerdir, çünkü öğrenilenin yerine yanılsamaları koymak bir fayda sağlamaz. Bilgisizlik er ya da geç krize yol açar ve bir krizi aşmanın yegâne yolu bilgidir.
Son yıllarda fen bilimlerinden siyasi desteğin de yardımıyla yeni bir yanılgı kaynağı türemiştir. Bu bizim bilgi kavramımızı çarpıtmaktadır. Ben beyin değildir (Ich ist nicht Gehirn) isimli kitabımda “nöro-merkezcilik“ başlığı altında eleştirdiğim hususu düşünüyorum.3
Bizim meselemizde söz konusu olan şey “ben”in, yani egonun aldatıcı bir şekilde beyinle özdeşleştirilmesidir. Meister Eckhart döneminden beri felsefi geleneğe konu olmuş olan “ego“, özellikle yeni dönemin en önemli bilgi kuramcısı Johann Gottlieb Fichte tarafından bizim bilgiye atfettiğimiz otoritenin ismi olarak ifade edilmiştir. Bir ego veya bir özne bilgi sahibidir. Nöro-merkezciliğin yanlış düşüncesi, öznenin yerine beynin geçmesi gerektiğini varsayar. Ancak beyin gerçeklikten soyutlanmıştır ve gerçeklik hakkında, en azından savunulan fikir böyledir, sinir uçlarındaki uyarımlar vasıtasıyla bilgi sahibi olur. Gerçeklik beyinde sadece çarpık bir biçimde şekillenir. Aslında bilgi sahibi olduğumuz gerçekliği beyne atfetmek tabii ki saçmadır. Basit bir olayı ele alalım. Birinin, mesela Yonca’nın dışarıda yeşil bir çayır olduğunu bildiğini varsayalım. Nöro-merkezcilik, gerçekte yeşil çayırların olmadığını savunur. “Dışarıda“, kafatasımızın dışındaki şey daha çok fotoreseptörlerimizi uyaran elektromanyetik alanlardır. Bu görüşe göre beyin bu uyarımlara dayanarak gerçeklik haritası olarak bilinçli bir şekilde deneyimlenebilen bir kullanıcı arayüzü oluşturur. Bu kullanıcı platformu renkli bir gerçeklik illüzyonu içermektedir. Ancak bu modele göre Yonca önünde yeşil bir çayır olduğunu bilemez. Zira nöro-merkezciliğe göre bu yanlıştır! Böylece nöro-merkezcilik bize algılanan tüm gerçekliğin aslında bir hayal ürünü, beynin hayatta kalmaya yönelik olarak kurguladığı bir tasarım olduğunu telkin eder.
Ancak bu görüş kendisini kendisine uygulamasıyla birlikte derhâl çökmektedir. Nöro-merkezci bir düşünceye sahip olan bilim adamı, bir beyni olduğunu ve sinir uçlarını uyaran elektromanyetik alanlar olduğunu nerden bilmektedir?
Kendi teorisine göre bunu ancak kendine bir beyin tasarladığı için bilmektedir. Zira beynin varlığını ancak algılama yoluyla bilebiliriz. Ama eğer algı hayali bir tasarım ise gerçekte bir şeyler tasarlayan beyinler de yoktur. Yani nöro-merkezci kişi, bildiğini iddia ettiği şeyi bilmiyordur. Belli bir şekilde kendi ile çelişmektedir. Ya hem yeşil çayırlar hem de gri, kanlı beyinler vardır ve biz bunların her ikisini de algılayabiliriz. Ya da bunların ikisi de yoktur. Ve bu durumda kendisine bir dış dünya tasarlayan bir beyin de yoktur. Bu sebeple felsefi algı teorisinde uzun zamandır realizme, yani algıladığımız deneyimlere dayanarak verdiğimiz gerçek hükümlerimize güvenmemize izin veren bir teoriye dönüş söz konusudur. Yaşam bir rüya değildir ve hatta biz bunu algıladıklarımız sonucunda bilgi edinerek bilebiliriz. Fakat bunu anlamak için, Platon’un Theaitetos’da ayrıntılı bir şekilde ortaya koyduğu üzere, algıların tek başına bilgi teşkil etmediğini de unutmamalıyız. Yani hakkında bilgi sahibi olabileceğimiz birçok maddi olmayan gerçeklik olduğunu tekrar kabul etmeyi öğrenmemiz gerekmektedir. Rakamlar, adalet, sevgi, umut, bilgi ve gerçeklik. Hakkında bilgi sahibi olduğumuz her şeyin kaynağı algı değildir ve algıdan kaynaklanan tüm bilgiler beynimizin kurgusuna dayanmamaktadır.
*Almanya’nın genç kuşak filozoflarından Markus Gabriel, Bonn Üniversitesi Felsefe bölümünde profesördür. Çok ses getiren Warum es die Welt nicht gibt? Ich ist nicht Gehirn gibi kitapları ve çeşitli alanlarda birçok makalesi vardır.
1 Daha detaylı bilgi için bakınız: Markus Gabriel: Die Erkenntnis der Welt. Eine Einführung in die Erkenntnistheorie. Freiburg/München 2014.
2 Daha detaylı bir özet için benim kitabım Gabriel: Die Erkenntnis der Welt veya Elke Brendel: Wissen. Berlin/Boston 2013 gibi eserlere bakılabilir.
3 Markus Gabriel: Ich ist nicht Gehirn. Philosophie des Geistes für das 21. Jahrhundert. Berlin 2016.