ADALET ERDEMİ
Salih Aydın
Biz bu yazımızda adalet erdeminin en yüce erdem olduğunu, dolayısıyla adaleti ikame etmenin en büyük sorumluluk olduğunu ortaya koymaya çalışacağız. Hukemâ, bütün sanat ve sorgulamaların, bütün eylem ve seçmelerin, iyi (hayır) olanı elde etme çabası olduğunu ifade etmişlerdir. İnsan, “kâlû belâ”dan beri, özü gereği iyiye aşina olduğu için, iyi gördüğüne yönelen, böylece yükümlülük altına giren bir varlıktır. Hakikat araştırması olarak iyiyi tespitteki kusurlarına ve hayrı ihtiyar etmesindeki ve işlemesindeki eksiklerine rağmen bu böyledir. Buradaki temel soru, “Sadakat iyidir.” şeklindeki nazari aklın bir ürünü olan önermeden, “Öyleyse sadık olmalıyım.” şeklindeki amelî aklın erdemini ifade eden önermeye geçişin temeli nedir? Bizim ahlak tarihimizde bunun cevabı, “hubb-u zât” ve “hubb-u kemâli zât” olarak ifade edilmiştir. Kişinin özüne ve özünün gürleşmesine yönelik bahşedilen sevgi nedeniyle insan güzele, iyiye, doğruya yönelir. Tanrı iyinin ta kendisidir ve O, elest bezminde kendinden bir nefes üfürmek suretiyle insanın özünü kurmuştur. İnsanın nefsindeki nefes-i rahmânîye duyulan rağbetin ve tutkunun kaynağı, bu yüce özsel kurulum (kıvâm-ı zât-ı âlî)’dur. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusu, dağların bile göze alamadığı sorumluluğun kaynağı, “Evet tabii ki (belâ)!” kavli ise iman yükümlülüğünün özsel temeli olmuştur.
Toprak yüklenerek varlık bulduğumuz bu âlemde o özsel âlemdeki kıvama ermenin ve zât-ı âliye layık olmanın yegâne yolu, bu fıtratın bilincine ermek suretiyle özsel bağı kurmak (iman) ve bunu korumak ve gürleştirmekten (amel-i sâlih) geçer.
Buradaki özle bağ kurmak (âkıle-akıl) fıtrattan ve özünü tanımaktan başka bir şey değildir. Bu bağı kurarken insan, bir, özünü “ikrar” anlamında zât-ı âlisini “tasdik”e yönelik nazari bir ameliye gerçekleştirir, bir de balçıktan gelen varlığından kaynaklanan eğilimleri yönetmek işlevini gerçekleştirir. Aklın temel erdemi hikmettir. Aklın teorik ve pratik olarak temel iki işlevi olduğu için erdemi de iki yönlüdür. Zira hikmetin en yaygın tanımı, “bir şeyi kendi yerine koymak” olarak tanımlanmıştır. Bu nedenle bir şeyin “yerini bilmek” ve “yerine koymak” gibi ikili işlev kaçınılmazdır. Eşyanın yerini bilmek bilinç durumuna, yerine koymak ise istenç ve güce dayanır ki bunlar sorumluluğun temelidir.
İlâhî-fıtrî nur olan aklın nazarî eylemi, Hakk olanı ve hakikati görme (nazar), amelî eylemi ise irade gücüne ışık tutarak onun bu hakikate uygun olarak hayr olanı ihtiyar etmesine sebep olmaktır. İşte iradenin, amelî aklın ışığında şehevî ve gadabî güçleri yönetmesiyle ortaya çıkan temel erdemler, iffet ve şecaattir. Haya, kanaat, müsamaha vakar gibi birçok alt erdemi içeren iffet/ölçülülük, hayır olana yönelme (celb-i maslahat) arzusunun bir meyvesi; necdet, hamiyyet, ulüvv-ü himmet, sebat gibi alt erdemleri içeren şecaat/yiğitlik ise kötü olana direnmenin (def-i mefsedet) bir sonucudur. Nazarî akıl kuvvesi, Hakk’ı, dolayısıyla hakikati arama erdeminin kaynağı olup teorik anlamda özünü ve özsel olanı arayış çabasıdır (içtihat). Zira matematiksel/statik bir “makul orta” söz konusu değildir ve her daim akıl kuvvesinin içtihat faaliyetini gerekli kılar. Amelî akıl kuvvesi ise hayrı seçme (ihtiyar) ve yaşama erdemi olup, zatı ile bağını besleme ve özünü gürleştirme çabasından (cihat) ibarettir. Birincisi öz-bilince erme, diğeri ise öz-gürleşme çabasıdır.
Özgürlük, hayır olsun veya olmasın, arzulananı tercih etme değil, sadece hayırlı olanı ihtiyar etme ve mahza hayır olan Allah’ın razı olduğunu yaşamadır. İhtiyar demek, salt hayır olan Allah’tan bir nur olarak bahşedilen akıl gücüyle temyiz ve tespit edilendir. İnsan denen varlıkta iradenin gadabî ve şehevî güçleri yönetmesi her hâlükârda ahlak (tedbîru’l-ferd) olarak adlandırılmıştır, fakat iradenin bu güçleri, fıtrattaki ilâhî nur olan aklın ışığıyla yönetmesine “güzel ahlak” denir. Dolayısıyla güzel ahlak dışında özgürlük imkânı yoktur. Bir şekilde iradeye sahip olmak değil, akıl gücünün iradeye hâkim olması önemlidir. Özgürlük Batı’nın kapitalizmi tebliğinin etkisiyle bütünüyle yanlış anlaşıldığı gibi, örneğin “serbest” kavramı da yanlış yerleşmiştir. Oysa ser-best demek, başa bağ(ım)lılık demektir. Buradaki baş pür hayır olan Allah’tan başkası değildir. Bütün bunların aksine öz-gürlük ve ser-bestlik, ser-keşlik (akılsız başlık ve itaatsizlik) anlamına kaydırılmış, özü yok edecek olan bir öz-körlük, özü gürleştirme olarak lanse edilmiştir.
Aklın amelî işlevinin erdemlerinde “makul orta” erdem olurken, nazarî olanda ise hakikat arayışında ve bilgelik yolunda dur durak tanımadan, Hz. Peygamber’in ifadesiyle, beşikten mezara kadar “zirveye doğru yükselme” erdemdir. Zira şehevî kuvvenin erdemi olan iffet, örneğin “aşırı kıskançlık” ile “aşırı genişlik” “utangaçlık ile utanmazlık” kadim lisanımızın tabiriyle “humûd ile fücûr/şereh” rezaletleri arasında bulunan “doğru orta” bir davranıştır. Gadap kuvvesinin erdemi olan yiğitlik ise aşırı korkaklık (cebânet) ile aşırı saldırganlık (tehevvür) rezaletleri arasında bulunan “makul orta” bir durumdur. Yiğit, korkudan titreyen ödlek olmadığı gibi korkuyu yok eden insan ötesi bir varlık veya hasta bir varlık da değildir; korkularını yenen böylece onlara “hâkim” olan demektir. Yiğitlik, ruhsal, sosyal, siyasi vs. korkular karşısında “aklın ışığında” hareket etmek suretiyle korkaklık ile korkusuzluk arası, kişilere ve onların durumlarına göre her an değişebilen, büyük oranda zararı defedici ve dolayısıyla fayda sağlayıcı dengeli bir davranıştır.
Bu iki öbek erdemde iki taraf olduğu için orta vardır ve orta fazilettir. Fakat akıl kuvvesinin ise “cehalet/bilgisizlik” ve katmerli cehalet olan “ukalalık/bilgiçlik” gibi “bir tarafı” olmakla beraber, diğer ikinci bir tarafı yoktur. Zira bilgelik erdemi, bilgisizlik ve bilgiçlikten uzaklaşıp yükselmekle başlar, sonu olmaksızın özsel yükselişle devam eder. Çünkü “Her bilenin üstünde bir bilen vardır.” ve o “ziyade olması” istenen yegâne bir şeydir. Öyleyse insanın özünü kuran akıl ve aydınlık tarafını temsil eden erdemde, cehaletten uzaklaşarak zirveye doğru yükseliş erdemdir. Burada ister basit ister mürekkep olsun, cehalet bir taraf olmakla beraber diğer yönde herhangi bir sınır olmadığı için burada da “Altın orta erdemdir.” demek hatalıdır. İnsanın bedensel tarafıyla ilgili amelî erdemlerde ifrat (ziyade) ve tefrit (nakısa) gibi iki aşırılığın ortası erdemdir, zira amelde arttırma da, eksiltme de erdem değildir. İlim ve bilgelikte ise olabildiğince arttırmak, hatta “Rabbim, ilmimi arttır!” diye yalvarmak erdeme uygundur.
Burada asıl önemli olan husus, insanda amelî erdemleri inşa eden ve “ortaya” işaret eden akılın işlevsel/amelî aydınlatmasıdır. Bu bilinçlilik hâli olmadığı takdirde ortaya isabet edilse bile ahlaki anlamda bir erdem olmadığı gibi, aşırılıklara düşme zaten erdem değildir. O ilâhî özü temsil eden akıl şayet şehvet ve gadap kuvvelerini yönetir (tedbir), hikmet erdeminin aydınlığında onları kontrolü altına alabilirse davranışın özüne ilâhî nefha ve nefes olan akıl yerleşmiş olur, böylece davranış rezaletten kurtulur. Aksi takdirde hiçbir özü olmayan, yani özle bağlantısı kopan, akılsızca bir davranış ortaya çıkar ki bu rezaletten başka bir şey değildir.
Peki, iffet, şecaat, ülfet, vefa, tevekkül, şefkat, mükâfat, ibadet gibi nice “ana erdemleri” ve “alt erdemleri” içeren adalet erdemi nedir? Arapça, “zulm” ve“cevr”in (gavur’un) karşılığı olarak kullanılan ve Kur’an’da ihsandan da önce emredilen adalet, ahlak felsefesinde hikmet, iffet ve şecaat gibi ana erdemlerin kişide bir arada dengeli bir şekilde elde edilmesinden “ferdî iç uyum”, ferdin davranışlarının diğer insanların davranışlarıyla bir dengeyi yakalamasından da “ictimai dış uyum” anlamında beliren “tümel” bir erdemdir. Zira bir insanda iffet problemi olmamakla birlikte cesaret problemi olabilir. Veya bilgi özünü yönetmiyor olabilir ki bu hikmet erdemini yakalamama demektir. İşte bunların dengelenmesi ve bir iç dengenin yakalanması da gerekir ki bu,“ferdî-iç denge” anlamında adalettir. Zira bu iç-dengesizlik tikel erdemleri zaafa uğratacak ve özün gürlüğünü engelleyecektir. İç denge olmakla birlikte toplumun diğer fertleriyle birlikteliğin yükleyeceği bir denge sorumluluğu da söz konusudur. Buna da toplumsal manada adalet erdeminin ikamesi olarak “ictimai-dış-denge” denebilir.
Bütün tikel erdemlerin istisnai durumlarda devre dışı olması mümkün iken, tümel erdemin alternatifi yoktur. Çünkü insan iç-denge erdemini yakalama adına geçici olarak alt-erdemlerden vazgeçebileceği gibi, dış-denge adına da ana-erdemlerden vazgeçebilir. Bu ferdi sorumluluk ile toplumsal sorumluluk karşı karşıya geldiğinde büyük dış-denge adına ferdî sorumluluğu askıya almak demektir. Zira büyük denge bozulacak olursa iç dengede sarsılacaktır. Kant’ın itiraz ettiği, belki de anlayamadığı nokta burasıdır. Zira İslam ahlak geleneğinde “iyiye bir araç olarak değil, yalnızca iyi olduğu için” yönelmek ile “Allah’ın rızasını gaye edinmek” aynı şeylerdir. İyinin, ahlaki olanın özü ve gayesi olmasının nedeni salt iyinin kendisinin bizzat Allah olmasından ötürüdür. Böyle olunca Allah’ın emirlerine uymak ahlakın özünü zedelemeyeceği gibi, tam tersi bu ahlakiliğin ta kendisidir. Salt iyi olan ile “ilâhî rıza”yı ayırmak hatadır. Yani hiçbir “eğer” ve “araçsallık” içermeyen kesin emre (kategorische Imperativ) içten gelerek uymak ile ilâhî emirlere sırf onlar Allah’ın emri olduğu ve O’nun rızasını çektiği için itaat etmek aynı şeydir. En yüksek haz uğruna, en büyük fayda uğruna, en yüce mutluluk uğruna vs. davranışta bulunmak ile ilâhî rıza uğruna davranışta bulunmak asla aynı statüde değildir. En yüksek haz, en büyük fayda, en yüce mutluluk, bütün bunlar “salt iyi olan” ile özdeşleştirilmediği sürece bir çıkarı içerir, gizli veya açık “eğer”den uzak değildir ki böyle olması durumunda Kant’ın eleştirileri haklıdır. Yasaya uygun ödevi, ilâhî olan emirden ayrı düşünmek,“mahza hayır” olana aykırı bir şeyi, ahlaki saymak gibi yaman bir çelişki içermektedir.
Kısaca ahlaki ve hukuki mesuliyetin bir gereği olan adalet erdeminin diğer erdemlerden farklı özellikleri vardır. Nefsin kuvvetleri denilen insani güçlerin iç-uyumluluğunu, yani erdemini yakalamak etik açıdan yeterli olsa da siyasi açıdan her zaman yeterli olmayabilir. Zira bu erdemlerin iç uyumu ve dengesi ferdî sorumluluğun bir gereği olduğu gibi, bu erdemli durumun öteki ahlaki varlıkların durumlarıyla uyumu ve dengesi de ictimai sorumluluk olarak gözetilmelidir. İfade edildiği gibi, insanda cesaret ve hilm erdemi gelişmiş olmakla birlikte iffet erdemi gelişmemiş ise adalet erdeminden bahsedilemez. Aynı şekilde erdemler arası iç denge yakalansa bile ötekini göz önüne almayan ve onu kendi doğrularına kurban eden hodgâmî bir anlayışta da adalet erdemi söz konusu olamaz. Zira bu durumda o, ferdî sorumluluk uğruna kamusal sorumluluğu terk etmiş olur ki bu insaf değildir. Gazalî’nin verdiği örnekle, kendisini öldürmek isteyen bir zalimden yerinin gizlenmesinde peygamberin kanını korumayı içeren bir yalan söz konusu ise bu yalan iyi hatta vacip olur. Böyle bir durum karşısında doğru sözlülük (sadakat), alt-erdemin bir gereği olmakla birlikte, kendisi ile diğerleri arasındaki erdemli durumu gerçekleştirmek ve sosyal erdemlilik dengesini yakalamak adına, bu ve benzeri istisnai durumlarda doğru söylemek askıya alınabilir. Çünkü bu doğru(cu)luk adil olan ve insaflıca olan değildir. Bir aileyi yıkacak, iki dostu ayıracak, bir masumun ölümüne sebep olacak bir doğru(cu)luk digergâmlıktan uzak bütünüyle insafsızlıktır. Gadabi ve şehevi kuvvelerin erdemleri kendinde iyiyi gerçekleştirmekten ibaret iken, adalet erdemi, hem iç ahlaki erdemler arası dengeyi gerçekleştirmek, hem de toplumsal iyiyi gerçekleştirmektir. Erdemlerin erdemi olan adalet ve insaf erdemi dışındaki erdemlerde devre dışı olma, bir başka erdemle yer değiştirme ve her zaman bir istisnası olma (ruhsat) söz konusudur, zira bu düzlemde bir başka erdem devreye gire(bili)r. Adalet erdemi bütün erdemlerin vahdete erdiği biricik erdemdir ve onun alternatifi olan bir erdem olmadığı için yerine sadece rezalet bir durum olan “zulüm” ve “insafsızlık”söz konusu olur. Bir başka ifadeyle insaf erdemi bütün diğer davranışları erdemli kılacak bir ruh gibidir. Bu ruhu taşımayan hiçbir davranış erdem olamaz/erdem kalamaz. Belirli özel durumlarda yalana başvurmanın gerekmesi, bu “insaf ruhunu taşımasından” ötürüdür. Dolayısıyla bu ahlaki normların askıya alınması da esasında daha üst bir norma, yani adalet erdemine göre gerçekleşmiş olmaktadır. Bu nedenle, “Maslahatâmiz yalan, fitneengîz doğrudan daha iyidir.” denilmiştir.
Hikmet erdemi, diğer erdemlerin ortaya çıkması için iradeyi aydınlatan, dolayısıyla bütün erdemlerin aydınlık kaynağı olan bir erdem, adalet erdemi ise aklın ışığında diğer bütün erdemlerin iç ve dış dengesinin yakalanmasından ibaret bir erdemdir. Ancak akıl etkin bir irade erdeme dokunabilir. Aklın pasif olması durumunda da irade davranışların kaynağında yerini alabilir, dolayısıyla sorumluluk sebebi olabilir, fakat davranışın yasaya uygunluğunun bir garantisi olmadığı gibi, erdem olması da mümkün değildir. Dolayısıyla hikmet erdeminin kaynağı olan akıl olmadan diğer erdemler, bu arada iç-adalet erdemi ortaya çıkmayacağı gibi, hikmet erdemi, hükme ve hükümranlığa erişmeden de büyük adalet erdemi gerçekleşmeyecektir.
Adalet erdemi sosyo-politik bir varlık olarak insani bir erdem iken, diğer erdemler ahlaki bir varlık olarak insani erdemlerdir. Bu nedenle bütün erdemler insani saadetin ve kişisel mutluluğun kaynağı olabilir, fakat adalet erdemi devletin ve medeniyetin temelindeki yegâne erdemdir. Bir medeniyetin zarafet ve estetiği, o medeniyeti kuran insanların etik ve güzel ahlakıyla orantılıdır. Dolayısıyla adalet erdemi, mutluluğu da zirveye taşıyan erdem olması yönüyle saadet-i kusvânın da temelindeki erdemdir. Kısaca hikmet erdemi, hükme ve hükümranlığa dönüşmeden toplumsal adalet erdemi mülkün temeline yerleştirilemez, adalet ikame edilmeden de medeniyet inşa edilemez.
İslam ahlakının evrenselliği adalet erdemi üzerinden aranmalıdır. Zira “Adalet mülkün temelidir.” denilmiştir ki bu çok önemlidir. Adalet ve insaf sorumluluğu, İslam ahlak sisteminin ve siyasal sistemin ana sigortası gibidir. Her erdemin ana kaydı insaftır, insaf ve adalete aykırı her erdemden vazgeçile(bile)cektir. Bu nedenle bizim ahlak tarihimizde hürriyetten çok adaletten bahsedilmiş, medeniyetimiz hürriyet değil, adalet merkezli bir medeniyet olmuştur. Zira hürriyet Allah’a, özümseyerek ve içten gelerek (itaat) kul olmaktır, bu nedenle hürriyet problemi basit problemdir. Önemli olan “Allah’a kulluk nedir? Kulluk bilinci ve sorumluluğu nedir?” sorusudur. Allah’a kulluğun zirvesi adalet timsali olmakla mümkündür ve Müslümanlar tarihleri boyunca adalet sorumluluğunu, korunmaya ve kalıcı olmaya (takvâ) en yakın erdemlilik olarak görmüşler ve medeniyetlerini bu sorumluluk bilinciyle inşa etmişlerdir.
* Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi