İNSAN DENEN BİLMECE
Necmettin Şahinler
Tarih boyunca “İnsan nedir?” sorusuna ilim, felsefe, sanat ve din açısından sayısız cevaplar verilmiştir. İlmin yaptığı tanımlar insanın nesnel/kadavra yönüyle ilgilidir. Yani ilim, yaşayan insandan çok laboratuvarda maddesiyle yer alan insanı kendine hedef almıştır. Sanat ise insanı duygudan ibaret gördüğü için tek yönlüdür ve bu nedenle realitedeki insanı anlamak ve tanıtmakta eksiktir. Felsefe, ilim ve sanata göre çok daha ileri ve bütüncül bakış açıları sunsa da sadece “aklı” aracı kullandığı için insanın sevgi ve aşktan kaynaklanan aşkın yönünü anlamakta yetersiz kalmaktadır. Dine gelince –buradaki dinden İslam’ı vurguladığımızı baştan söyleyelim– saydığımız bu disiplinlerin tek yönlü değerlendirdikleri insana, bunların tümünü dikkate alarak bakan tek kurumdur. Başka bir ifade ile bilimsel ve felsefi kuramlar insana yalnız bir yönüne ağırlık vererek baktıkları için, onu bir bütün olarak ele alan “Din”in ulaştığı sonuçlara ulaşamazlar.
Aslında insan Allah tarafından yaratılmış bir varlık olduğuna göre insanı en iyi tanıyan da Allah’tır. Bu nedenle insanı tanımada en isabetli yol ilâhî vahye, yani bir anlamda Kur’an’a başvurmaktır. Kur’an insandan söz ederken temelde iki ifade kullanır: “İnsan topraktan yaratıldı.”1 ve “İnsan Allah’ın ruhundan bir nefhadır.”2 Anlaşılıyor ki, Kur’an insanın kalıbının/bedeninin yanında, o kalıbın taşıdığı bir başka “öz”e de işaret etmektedir ve insana insanlığını veren de bu asli özdür. İnsanın bu ikili yapısından veya iki varlığı kendinden toplayan/birleştiren3 yönünden yola çıkan düşünürler insanı, “ulûhiyetle ubûdiyyetin buluştuğu varlık” veya “nâsût ile lâhûtun birleştiği varlık”4 olarak tanımlamışlardır. Kısaca insanın “yarısı ayb5, yarısı gayb”6 diyarına aittir. Buradan çıkarılacak bir başka sonuç da şudur: İnssnın asli/temel/ebedî varlığı için “tekâmül” söz konusu değildir, tekâmül insanın bedensel/şekli yapısıyla ilgilidir.
Kur’an, insanın yaratılışına ve yeryüzüne sahip çıkarılışına meleklerin karşı çıktıklarını ve Allah’a şöyle söylediklerini bize anlatır: “Seni övgüyle yüceltip takdis eden bizler dururken, orada, bozgunculuğa ve yozlaşmaya yol açacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?”7 Görülüyor ki, meleklerin bu çıkışı insanın maddi yapısına ve bu yapıdan kaynaklanan –veya kaynaklanacak muhtemel- kötülüklere yöneliktir. Fakat ayetin sonunda Allah’ın meleklere verdiği cevap çok anlamlıdır: “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilmekteyim.” İşte bütün sır, Allah ile insan arasında meleklerin bile bilmedikleri bu gizlilikte saklıdır. Bu sözden hareket ederek insan ile ilgili en güzel tanımı yine Allah yapmıştır: “İnsan benim sırrım, Ben de insanın sırrıyım.” Zaman içerisinde insan ile Allah arasındaki bu sırrın az da olsa açılması için binlerce peygamber tarafından yürütülen çok uzun bir eğitime ihtiyaç duyulmuştur.
İnsan, kendi varlığından haberdar olan tek varlıktır ama bu noksanlıklar dünyasına gelişi onun özüne yerleştirilmiş hakikati unutmasına neden olmuştur. Böylece insan kendi varlığına/bedenine emanet edilen özü/sözü korumayı terk etmiştir. Bu gafletin/zaafın Kur’an dilindeki karşılığı “elest bezmi”nde sorulan “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına insanın “Evet!” diye verdiği sözü/ahd’i unutmasıdır.8 İnsanın bütün sıkıntılarının sebebinde de bu “nisyan” yatmaktadır.9 Öyleyse yapılması gereken şey insanın bu dünyada yeniden asli hüviyetine geri dönmek için çabalaması ve ahdine vefa göstermesidir. Kur’an bu noktada zaman öncesi antlaşma şartlarına uymamızı bizden ısrarla istemektedir. Hakikate yabancılaşmış insan ile özü arasına binlerce perde girmiştir ve bu perdelerin en büyüğü de insanın kendi beden/varlık perdesidir. Bundan kurtulmanın Kur’an’daki çözümü ise “Esfel-i safilin”den “Ahsen-i Takvîm”e tekrar dönüş yapmaktır.10
İnsanlık tarihine baktığımızda taşlardan bitkilere, bitkilerden hayvanlara yükseldikçe gelişen ve sonra insanda yoğunlaşan güçlü bir arzunun var olduğunu görüyoruz. Bu arzunun adı “ölümsüzlük”tür. İnsanoğlunun en ilkel manada taşı yontuşundan en üst düzeydeki teknolojiyi üretme faaliyetine kadar her gayret ve arayışının özünde derin bir sonsuzlaşma özlemi yatmaktadır. Bu özlemin aslı Allah’ı arama ve bulma hasretidir. Çünkü sonsuzu aramak için sonsuzdan gelmiş olmak gerekir. Ama ne var ki insan, O’nu bulma arzusuyla kıvranırken farkında olmadan binlerce put yapmış ve bunları Allah’ın yerine koyarak önünü tıkamıştır. İşte din, ruhun madde denen noksanlık yığınıyla esir edilmeden insanın Allah’ı bulabilmesini sağlayan bir imkân/yükseliş alanıdır.
Şimdi asıl soru insanın bu imkândan nasıl yararlanacağı ve Allah’a ulaşmasına engel olan her şeyden/perdelerden/masivadan nasıl kurtulacağıdır? Kemâl ve olgunluk yolu sonsuzdur. Din, bu sonsuz yolun her aşamasına yani “insanın her türlü yeteneğini, yaratılış fıtratını, ilmini, aklını dikkate alarak” ışık tutmuştur. Hangi aşamayı istiyorsak, o aşamanın gerekli kurallarını yerine getirmek zorundayız. Klasik tasnifler bu aşamaları “şeriat, tarikat, hakikat ve marifet” olarak göstermişlerdir. Her insan, “şeriat, zorunlu ortak bir zemin/temel olmak koşuluyla” arzu ettiği ve amaçladığı diğer üç aşamaya talip olma noktasında özgürdür. Bu konuda insana –iyi niyetle bile olsa– baskı yapmak ve onu bir seçime zorlamak isabetli bir tutum değildir. Şüphesiz seçimini yapan insan hangi aşamaya karar vermişse, o alana uygun tavır takınacak ve yükümlülük altına girecektir.
Eğer insan, dinin genel ölçüleri içinde kalan ve o ölçülerin verdiği aydınlanma ile yetinen biriyse ve akılla elde edilen değerler onu tatmin ediyorsa bir üst aşamaya geçmesine ihtiyacı yoktur. Ama eğer basiret kudretinin tanıttığı âleme ve sırlara talipse o zaman bu sırların elde edilmesinde gerekli olan yolu yürümek zorundadır. Önemli olan insanın İslam/iman dairesi içerisinde olmasıdır. Denize açılmış bir gemide, kaptan köşkündeki insanlar kadar, ambardaki insanlar da selamettedir. Lüks kamaralarda veya kaptan köşkünde olmak bir mertebe ve gayret meselesidir. Ancak “gemideki adam” olmak için, geminin herhangi bir yerinde olmak yeterlidir.
KENDİNİ BİLMEK
“Kendini bilmek” veya “benlik bilgisi”, insanın var oluşundan başlayan en önemli arayıştır. Şüphesiz buradaki “kendini bilmek” sadece had bilmek, acizliğinin farkına varmak değildir. Kendini bilmek, insanın kendisi hakkında her yönüyle sorgulama yapmasıdır. İnsanı diğer canlılardan ayıran en açık özellik de budur. Çünkü diğer canlılarda bu sorgulamayı yapacak ne idrak vardır ne de böyle bir ihtiyaç. İnsanın sahip olabileceği en değerli/temel bilgi, kendi varlığının ve benliğinin hakikatini bilme irfanıdır. Batı düşüncesi “Bil de neyi bilirsen bil!” diyerek, Doğu düşüncesi de “Kendini bil, ötesini boş ver!” diyerek hakikati tek kanatlı bırakmıştır. Hâlbuki ideal olan kendini bilmekten yola çıkarak dış dünyayı ve eşyayı da bilerek Tevhid’i gerçekleştirmektir.11
İnsanın kendini bilmesi, asıl benliği üzerindeki maskelerin/perdelerin ötesine geçerek “çıplak ben”ine, yani bir anlamda ben ötesi şuura ulaşmasıdır. Başka bir deyişle kendini bilme, insanın varlığındaki iğreti unsurların ötesindeki değişmez realiteyi/özü ortaya çıkarma arayışıdır. İnsanda sahte bir benlik tasarımı oluşmasına yol açan her şey, kendi varlığına ilişkin bilgiden onu alıkoyabilir. Çünkü insanın kendini bilmesinin önündeki engel, kimi zaman sahip olduğu toplumsal statü, elde ettiği kariyer, sahip olduğu ilim veya herhangi bir hüneri, kısaca kişide koşullanmış bir bakış açısı meydana getiren her şey olabilir. İşte bütün bu engeller ortadan kalktığında “İnsan ne olur veya ne olabilir?” sorusunun cevabı insanın kendini bilmesidir. Her insan kişisel deneyim ve içsel keşif yoluyla zamansal ve mekânsal değişime maruz olmayan kendi öz “ben”ini tanıma ve inşa etme kapasitesine sahiptir. Bu inşa sayesindedir ki insan, kendi varlığının mahiyetine ilişkin gerçekliğin farkına varır.
Kendini bilmenin ilk adımı insanın kendi varlığında her kötülüğü yapabilme potansiyeline sahip bulunan bir nefsi bulunduğunu anlamasıdır.12 Bunu anlayan insan kendi nefsini ve ahlakını düzeltmenin, başkalarını ve toplumu düzeltmenin öncelikli adımı olduğunu anlar ve bunun gereğini yapar.13 Kur’an’ın, “Şüphesiz, dönüş yalnızca Rabbin’edir.”14 veya “Bizler, Allah içiniz ve yine bizler O’na dönenleriz” ayetlerine baktığımızda anlıyoruz ki bir “dönüş” ile karşı karşıyayız ve bu dönüş görüldüğü gibi varlığın aslı/kaynağı olan Allah’a dönüştür. Öyleyse insanın kendini bilmesinin bir anlamı da zamandan ve mekândan münezzeh olan varlık ötesi boyutta kendi varlığının gerçek arketipini bulmasıdır. Kendini bilme aynı zamanda insan varlığının derûnundaki gizli “Hakk’ın” ortaya çıkarılması, diğer bir ifadeyle insanın kendi varlığının derûnundaki ilâhî varlığı temaşa etmesidir. Bu kemâle ulaşanlar, ilâhî varlığın kendi ruhunun en derin ve en merkezî parçasında var olduğunu bilir ve hisseder.
Allah’ın, “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim ve mahlukatı yarattım.” sözü sadece yaratılışın başlangıcı ile ilgili değildir. Bu sözden geçen “gizli hazine” insanın içindeki ilâhî sonsuzluk potansiyelidir ve dolayısıyla kendini bilme insanın içindeki gizli hazineden haberdar olması anlamına da gelir. İnsanın kendi varlığına dair bilgisi, zorunlu ve evrensel bir insani bilgidir. Hangi meslek ve statüde olursa olsun, bu var oluş bilgisini ihmal eden kişi, insan olmanın asli ödevini yerine getirmemiş demektir. Çünkü kendini bilme, insan şahsiyetinin yüzeysel düzeylerinin ötesindeki değişmez realitenin bilgisidir.
İnsanın “ölümsüz/kozmik ben”e ulaşması üç aşamayı gerektirir: “İnsanın kendisiyle bütünleşmesi, insanlıkla bütünleşmesi ve varlıkla bütünleşmesi.” Kur’an’ın ana kavramı olan “tevhit” bir anlamda bu üç aşamalı bütünleşmeyi sağlamaktadır. Kur’an buna, “Allah’a dönüş, Allah’a varma” demektedir. İnsan, Allah’ın pusulasıdır, yani Allah’ın varlığını gösterir. Çünkü âlemdeki varlıklardan her biri Allah’ın bir ya da birkaç sıfatının aynası ve tecelli mahalli iken insan olarak insan zatı bakımından zorunlu varlık oluşu ve öncesiz oluşu dışında yüce Allah’ın tam bir mazharıdır.
İnsanın “Yaratıcı Kudret” ile vasıtasız diyaloğu gerçekleştirebileceği duyular ve madde üstü planlara gözünü açabilmesi İkinci Doğum veya Manevi Doğum dediğimiz olayla gerçekleşir. Manevi doğum, maddi doğumun varlık verdiği et ve kan çocuğuna karşılık bir Kalp Çocuğu/Veled-i Kalb meydana getirir. Manevi doğumun anne ve babalığını kâmil insan ifa etmektedir. Kâmil bir insanın eliyle gerçekleştirilen doğum, sonuçta Peygamber Vârisi insanı ortaya çıkarır.
Kısaca, “kendini bilmek”, tüm bilgeliğin başlangıcıdır ve “kendini bil” sözü her yolda, her yolcuya söylenen bir öğüttür. Ama şu da var ki bu öğüt yalnızca duymak isteyenleredir. Kulağını hakikate kapatanlara, kendini bilmeyi “işini yürütme” anlayanlara, yürüyen ölülere faydası yoktur. Kur’an bu trajik gerçeği şöyle vurgular: “Sen sağıra işittirebilir misin, yahut köre doğru yolu gösterebilir misin ya da sapkınlığa gömülmüş olana?”15
NEFSİN ANLAMI
“Nefs”, Kur’an’ın en temel kavramlarından birisidir ve bu kavramı sıkça kullanmamıza rağmen taşıdığı anlam zenginliği açısından tek bir tanımını yapmak kolay değildir. “Nefs”, öncelikli olarak bir kimsenin kendisi veya özü anlamına gelir. Açık ve gizli, dünyaya ve ahirete bakan duyuları, maddi ve manevi becerileri, arzu, heves ve ihtiyaçları, canı, ruhu, hayatı ve istekleriyle kişinin bizzat kendisi demektir. Nefs, tek tek her varlığa işaret ettiği gibi, bu varlıklara yön kazandıran manevi güce de verilen addır. Bu anlamda nefs, isteklerin merkezidir. Hayatın devamı için bedenin bazı şeylere ihtiyacı vardır. Nefs bu ihtiyaçların şekillendiği ve çıktığı yerdir. Nefsin istekleri hayatın devamı için gereklidir. Nefs, günaha/isyana/fücur’a olduğu gibi iyiliğe/itaate/takva’ya eğilimli bir yapıdadır. Bu iki eğilim Allah tarafından insana verilmiş bir özelliktir ve insanın dünya hayatında sınanması gerçeğiyle yakından ilgilidir. Zaten insanın değeri de bu seçim yapma özgürlüğünden gelmektedir ve Allah bu noktada sorumluluk yüklenen nefse Kur’an’da, iki yerde yemin etmektedir.16 İnsan için ise nefsi açısından karşılaşacağı kaçınılmaz iki sonuç vardır: “Ya nefsini arındırarak mutluluğa erişecek ya da onu karanlığa gömerek hüsrana uğrayacaktır.”17
Aslında insan benliği bir bütün olduğuna göre, insanın içinde iyi ve kötüyü ayrı ayrı yöneten iki kuvvet yoktur. Kuvvet tektir ve yüzünü güzele/iyiye/hayra çevirdiğinde “ruh”, iğretiye/kötüye/şerre/çirkine çevirdiğinde “nefs” adını almaktadır. Burada önemli olan “ölümlü ben” ile “ölümsüz/kozmik ben”, yani İlâhî Nefhâ’dır. Nefs, “ben”in et ve kana bağlanması anında ortaya çıkar. Kozmik ben ise “ben”in Yaratıcı Kudret’e bağlanması anında devreye girer. Kur’an ve Hz. Peygamber’in öğretisi, insanı insan yapan değerlerin Allah kaynaklı “ben”den beslenen değerler olduğunu ısrarla vurgular. Nefs kaynaklı değerlerse insanı aşağıya çeken, toprağa, ete, kana boyun eğdiren basit değerlerdir. Allah kaynaklı değerler “amaç”, nefs kaynaklı değerler –en iyi ihtimalle– “araç”tır. İnsanın varoluşuna iyinin ve güzelin tam bir biçimde girmesi için amaç değerlerin egemen kılınması gerekir. Din bunu sağlamanın en kestirme yoludur. Aynı zamanda Hz. Peygamber’in “Nefsiniz sizin bineğinizdir.” sözü de nefsin amaca hizmet eden araç yönünü bize açık bir şekilde anlatmaktadır.
Kur’an’da Hz. Yusûf’un dilinden, “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefs kötülüğü emredicidir.”18 sözünden yola çıkan âlimler genel bir kabul olarak nefsi “kulun sıfatlarının, davranışlarının kötülerine verilen ad”19 olarak tanımlamışlardır. Şüphesiz buradaki “kötü” hükmü Kur’an ve sünnetin sınırlarını çizdiği bir tespittir. Anlaşılıyor ki, kötülüğe eğilim ve şiddetli arzu her nefsin doğasında/fıtratında/hamurunda olan bir temel özelliktir. Ama bu kötülük eğilimi/potansiyeli yalnızca “Nefs-i Emmâre” içindir. Allah’ın emirlerine yönelen ve böylece ilâhî rahmetin gölgesi altına sığınan kimseler, nefsin arzuladığı şeyleri işlemekten sakınırlar. İyiliğe yönelen kimselerin üzerinde nefsin yaptırım gücü azalır. Belirli bir aşamadan sonra ise kalbe yönlendirici hiçbir tesiri olmayan gelip geçici düşüncelerden ibaret kalır. Böyle bir noktaya gelen nefsin adı artık “nefs-i mutmaine” olmuştur, yani hakikati yaşamanın “huzuruna/güvenine/selametine” kavuşmuştur. Artık bu nefs “Allah’tan razı, Allah da ondan razı olarak salih kulların arasına girmiş dolayısıyla da cenneti hak etmiştir.”20
Görülüyor ki, nefsi temelli susturmak/öldürmek mümkün değildir. O bir hayat kuvvetidir ve hiçbir mücahede onu saf dışı bırakamaz. Bir tanımla “Ölmeye meyyaldir ama öldükçe dirilen bir varlıktır.” Öyleyse bu konuda en emin yol, nefsin ısrarlı arzu ve heveslerine devamlı hayır demektir. Şeriatin esası nefse muhalefet etmektir ve nefse muhalefetle de bütün hareketler ibadet adını alır. Bu nedenle Mevlâna nefsi Mesnevi’de “eşek” olarak nitelendirir ve kurtuluşu eşeğin gittiği yönün tersine gitmek olarak gösterir. Ölümlü istek ve arzuların tümü nefse hizmet eder. Hepsinin putu nefsdir. Birçok şeyi sevmiş olmanın temelinde bir tek şeyi sevmiş olmak vardır. O bir tek şey nefstir. O hâlde nefsi hizaya getiren işi kökünden halleder. Çünkü en büyük put, bütün putlara hayat imkânı veren nefstir. Bu nedenle “Putların anası, içinizdeki nefs putudur.” denmiştir.
Kur’an’da “nefs” kavramının çok zengin ve farklı anlamlarda kullanıldığını söylemiştik. Nefs, bazı ayetlerde “ruh” anlamında21, “Kalp, Gönül, İç dünya” anlamında22, “İnsan bedeni” anlamında23, “Bedenle birlikte ruh” anlamında24, “kötülüğü emredici” anlamında25, “insan, cin, melek, hayvan veya bitkilerin zatı/varlığı” anlamında26, “cins, tür” anlamında27 kullanılmıştır. Bunların dışında “nefs” kavramının Allah’a nispet edilerek altı ayette “Allah’ın Nefsi”nden bahsedilmektedir.28 Burada ki nefs, şüphesiz “Allah’ın zatı” anlamındadır. Örneğin bir ayette Allah, Hz. Mûsâ’ya hitap ederek “Seni nefsim için seçtim.”29 demektedir. Bir başka ayette ise Hz. Îsâ Allah’a: “Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem.”30 demiştir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; “nefs” insanın şahsiyetini/kişiliğini oluşturan tüm fakültelerin toplamı, zatı, özüdür. Bu nedenle nefsi, sürekli küçük görmek, aşağılamak, kötülemek, ayıplamak, kınamak, nefse zulüm ve lanet etmek, onun kirli olduğunu düşünmek ve bunu dile getirmek doğru değildir. Hz. Peygamber’in, “Sizden biriniz nefsim habis/pis oldu.” demesin sözü bu gerçeğin bir ifadesidir. Nefsin kontrol edilmediği takdirde insanın tehlikeye götürecek sıfatları olabilir. Ancak özü itibariyle nefs, düşmanımız değildir, hatta Allah’ın bize verdiği bir lütuftur. Çünkü nefs; insanı yaşamaya, çoğalmaya, çalışmaya, üretmeye, imar etmeye, mücadele etmeye, adalete, ilim sahibi olmaya, ibadet etmeye sevkeden temel/fıtri içgüdüdür. Nefsin korunması İslam’ın asli görevleri arasındadır ve “din, nefs, akıl, ırz, mal” gibi temel insani haklarda ikinci sırada yer almıştır. Kısaca nefs, -idrâk edene- insanın ruhi/ulvi âleme yükselmesini sağlayan bir fırsat ve ilâhî bir armağandır.
1 Rahmân suresi, 55:14; Âl-i İmrân sueresi, 3:59
2 Hicr suresi, 15:29; Secde suresi, 32:9
3 Vasat-ı câmia
4 Bu tanım Hallaç’a aittir.
5 Kusur
6 Bu tanım Mevlâna’ya aittir.
7 Bakara suresi, 2:30
8 A’râf suresi, 7:172-173
9 Bakara suresi, 2:27
10 Tîn suresi, 95:4-5
11 Fussilet suresi, 41:53
12 Yûsuf suresi, 12:53
13 Ra’d suresi, 13:11
14 Alak suresi, 96:8
15 Zuhrûf suresi, 43:40
16 Şems suresi, 91:7-8; Kıyâmet suresi, 75:1-2
17 Şems suresi, 91:9-10
18 Yusûf suresi, 12:53
19 Kelebâzî
20 Fecr suresi, 89:27-30
21 En’âm suresi, 6:93; Zümer suresi, 39:42; Kıyâmet suresi, 75:2; Şems suresi, 91:7-10
22 Bakara suresi, 2:87, 109, 235; Âl-i İmrân suresi, 3:154; Hûd suresi, 11:31; Yusûf suresi, 12:77; Neml suresi, 27:14
23 Yusûf suresi, 12:32, 51; Âl-i İmrân suresi, 3:61, 145; En’âm suresi, 6:151; İsrâ suresi, 17:33; Bakara suresi, 2:240; Nahl suresi, 16:7
24 Nahl suresi, 16:111; Âl-i İmrân suresi, 3:25, 151; Hûd suresi, 11:105; Enbiyâ suresi, 21:47; Yâsîn suresi, 36:54; İnfitâr suresi, 82:5; Tekvîr suresi, 81:14; İnfitâr suresi, 82:5,19
25 Yusûf suresi, 12:5326
26 Bakara suresi, 2:48; Lokmân suresi, 31:28,34; Müddessir suresi, 74:38
27 Tevbe suresi, 9:128; Rûm suresi, 30:28; A’râf suresi, 7:189; Nahl suresi, 16:72; Şûrâ suresi, 42:11
28 En’âm suresi, 6:12,54; Âl-i İmrân suresi, 3:28,30
29 Tâhâ suresi, 20:41
30 Mâide suresi, 5:116