Muhammed İkbal Düşüncesinde “İnsan” ve “Benlik”
Zülkif Gencer
İnsanın benliğine değer vermek, insanın yaratıcısına değer vermekle eş değerdir, çünkü Allah insanı yaratmış, ona değer vermiş ve ona değer verilmesini beklemiştir.
Pakistanlı millî şair Muhammed İkbal (1877-1938) “İslam’da Dinî Düşüncenin Yeniden İnşası” adlı eserinde baki “Ben” olarak nitelediği Allah’a ulaşmayı sağlayan fani bir “Ben” (insanın kendisi) tasarısı ortaya koymaktadır. Buna göre, insanın benliğine değer vermek, insanın yaratıcısına değer vermekle eş değerdir, çünkü Allah insanı yaratmış, ona değer vermiş ve ona değer verilmesini beklemiştir. Kur’an ısrarla bu değere işaret eder. Örneğin Hz. Âdem kıssasında insanın benliği alçaltılmaz, aksine ona değer verilir. Bu vakıa, günaha düşebilen insanın bilgiden bilinç ve özgüven düzeyine geçişine işaret ederek “içgüdüsel arzunun esas durumdan şüphe duyarak baş kaldırmaya kabil olan serbest bir nefsin bilinçli varlığına yükselmesini” göstermektedir. Allah insanın kendi iradesiyle tercih yapmasını ister ve “Allah’ın bu riski alması insana duyduğu derin inancı gösterir.”
İslam’ın, kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’e dayanarak ve özellikle tasavvuf başta olmak üzere, gelenekten de faydalanarak insanın benliğini önemseyen kişilik anlayışı oluşturma imkânına sahip olması dolayısıyla, modern Batı’nın oluşmasını sağlayan unsurlardan biri olan “Ben” idrakinin gelişiminin İslam dünyasında ihmal edilmesi şaşırtıcıdır. Modern dünyadaki “Ben” bireyciliği tetikleyen bir konuma evrildiği için bunu İslam’ın “Biz”i ile yoğurarak dengelemek mümkün olacaktır. Bu “Ben” ve “Biz” arasındaki denge ne totaliter ideolojilerde beliren ve bireye hayat hakkı tanımayan “Biz”e, ne de kapitalist sistemlerde varolan bencil “Ben”e imkân tanır.
İkbal’in eleştirileri özellikle de İslam topraklarında “Ben”i yok sayma derecesine varan baskın bir “Biz” varolmasına sebep olarak gördüğü esas, gerçek tasavvuftan tamamen ayrılan, yozlaşmış tasavvufu hedef almaktadır. Çağ dışı ve gizemli olan bu uygulama, önceden statik olarak belirlenmiş, durağan bir evrene inanmanın sonucu olarak kör kaderciliği öğretmekte ve büyük oranda insanın pasif bir tutum sergilemesine sebep olmaktadır. Allah’ın insana vermiş olduğu değer günümüz mutasavvıfları tarafından, istisnalar kaideyi bozmaz, indirgenmektedir. Gerçek tasavvuf metodolojisi, insanın layık olduğu konuma geçmesinde bir araç olmuş ve şahsın, insan benliğinin aynası sayılmıştır. Mutasavvıf, hakikati etkin ve kendini sürekli yeniden inşa eden bir süreç olarak içselleştirmiştir. O, Allah’ın vermiş olduğu “bilginin” insanın kendini tanımasını sağladığını ve bu sayede bir kişiliğe dönüşmesini kolaylaştırdığını öğretmektedir. Bu düşünce Yunus Emre’nin ünlü dizelerinde şu şekilde ifade edilmektedir:
İlim ilim bilmektir,
İlim kendini bilmektir,
Sen kendini bilmedikçe,
Ya nice okumaktır.
İnsan, kendini tanıdığında Allah’ı tanımış olur. Bu da Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu imkânları nimet olarak algılaması ve onları bastırmayarak Allah’ın emrine uygun bir şekilde kullanması anlamına gelmektedir. Kendini bulmanın yolu eylemden geçer: “Böylelikle gerçek kişiliğim bir nesne değil, bir eylemdir.”1 Devingen kendini bulma eyleminde “Ben”, kemâle ermek için çabalamaktadır. İkbal İslami tasavvuf geleneğinin merkezinde yer alan “İnsan-ı Kâmil” düşüncesini, Batı’nın modern bilgilerini dâhil etmekten kaçınmayarak, kendince besler. İslam dışı kaynakların dikkate alınması, beraberinde kişinin kendi kaynaklarını gerekçelendirme veya olumlama görevini getirmez. İkbal’in bu yöntemi daha çok İslam’ın “Ben”i nasıl ifade edebileceğine dair bir açıklamadır. Kur’an ile Bergson, Peygamber ile Goethe, tasavvuf ile Nietzsche ve birçok diğer felsefeci ve bilim adamı arasında kurmuş olduğu bu bağ İkbal’i İkbal yapan şeydir.
İnsan-ı Kâmil düşüncesinin merkezinde bulunan insanın “Ben”liği kâinatında merkezindedir, çünkü kâinat insan için yaratılmıştır. Bu sebeple insan köle değil, efendidir. Ebedi olanla kıyaslandığında o, fani bir efendidir ve kâinatın keşfi kendi sınırlarının da keşfidir. Bu bakış ile kendini aşma çabası ona, onu yeniden umutlandıran ve tekrar azimli olmaya sevkeden içsel bir güç vermektedir. Kendi benliğini yenen ve böylelikle daha yüksek bir biçime kavuşan insan; Nietzsche’nin ideal “üstün insanını” da teşkil eder. İkbal, Nietzsche’yi tutkuyla okumuş, ona atıfta bulunmuş ve ona olan hayranlığını dile getirmiştir. Bununla birlikte Nietzsche’nin görüşünde çelişkili ve umutsuz olarak değerlendirdiği hususları da belirterek İslami düşüncenin farklılığını ve eşsizliğini vurgulamıştır. Kur’an insanın sınırlı fıtratını onaylamakta ve böylelikle insanı bir bütün olarak kabul etmektedir. İnsanın gücü, güçsüzlüğünün bilincinde, kuvveti, acizliğinin farkındalığında yatmaktadır. Kişiliği tamamlanmamıştır ve “Benlik arayışının nihayeti insanın kendi sınırlarından çözülmesi anlamına gelmemektedir. Aksine bu, kişiliğinin sınırlarının daha açık bir şekilde belirlenmesidir.”2 Kendi eksikliğinin idrak ve itirafında aynı zamanda insanın eşsiz kazancı yatmaktadır.
Eylemle iç içe olan bu kendini tanıma derecesi insanın kendini gerçekleştirme derecesini belirler: “İnsan için sonsuz ödül kendine adım adım hâkim oluşunda, Benliğin eylemindeki eşsizliğinde ve yoğunluğunda yatmaktadır.”3 Tamamlanmış kişilik ve kusursuz eşsizlik yalnızca en yüce Benliğe (tevhid) mahsustur. Bu sebeple insanın mükemmel olmak gibi bir mesuliyeti yoktur, ancak insanın mükemmeli tanıma mesuliyeti vardır.
Mükemmeliyetten ortaya çıkan tevhid prensibi farklılıktaki benzerliği göstererek çoklukta birlik oluşturmaktadır. Hayatın hiçbir safhası bir başkasının yararı için baskılanmaz. Akıl ve madde barışır, beden ve ruh kaynaşır, sözde zıtlıklar da birbirine yaklaşır. İnsanın mükemmeli tanıma mesuliyeti, hayatı bir bütün olarak kabul etmeyi beraberinde getirir. Böylelikle manevi-ruhsal ve maddi-fiziksel boyutlar İslam esaslarının parçalarını oluşturur. İslam, Hristiyanlığa kıyasla “maddi dünyaya evet”4 diyerek kendini gerçeğin ideali olarak ifade eder. Tüm dünyaya ihtiyacı olan birlik duygusunu yalnızca tevhid prensibinin yansıması verebilir. İnsana ilişkin bu kapsamlı anlayışı yalnızca gerçeği bir bütün olarak ele alan hak din vaz etmektedir. İkbal doğanın ona hâkim olunmadan incelenmesini güçsüz vizyon, doğa hakkında bilgi sahibi olmadan ona hâkim olunmasını ise vizyonsuz güç olarak ifade eder. İnsana “doğa üzerindeki hâkimiyetini artırmak ve felsefenin aradığı ancak bulamadığı kapsamlı ve ebedî vizyonu bulması için” yalnızca vizyon ve güç birliği yardımcı olacaktır. Güçsüz vizyon ahlaki bir yükselme sağlasa da devamlı bir kültür havzası oluşturamaz. Vizyonsuz güç yıkıcı ve insanlık dışı olma eğilimindedir. İnsanlığın manevi gelişimi için ikisinin bir arada bulunması gerekir.”5 “Parçalanamayan tek gerçeklik”6 dini mübin, hayatın madden ve manen yükseltilmesini toplumsal bir görev olarak görür. İslam toplumdan ayrı düşünülemeyen, siyasi bir boyuta sahip olmadan var olmayan bir ahlaktır, çünkü “Ruh, sınırlarına doğada, cisimde ve dünyevi olanda ulaşmaktadır.”7
İkbal sömürgeciliğin belirtilerinden dolayı Müslüman azınlıklar için endişe duymakta ve tarihî temel değişimlerinin arka planında toplumu etkin bir şekilde şekillendirmeye gayret göstermektedir. Ancak ona göre harici şartlar ancak öncelikle öz benliğin değişmesi hâlinde başarıyla değişebilir. İman ve ilimle eyleme dönüşmeye muktedir olan bir Benlik, beklenen ilerlemenin gerçekleşmesine yardımcı olacaktır.
İkbal’in düşüncelerinin yeni nesiller üzerindeki etkisi yalnızca Pakistan ile sınırlı değildir. Onun düşüncelerine dayanan görüşlerin çeşitliliği ise oldukça ilginçtir. Taliban ve feministler, reformcular ve muhafazakârlar, liberaller ve din erkleri ondan genelde severek alıntılar yapmaktadır. Dolayısıyla biraz mübalağa ederek İkbal’i muhafazakâr reformcu veya liberal din erki olarak tanımlamak ya da farklı perspektiften hiç tanımlayamamak mümkündür. O bir gelenekçi için fazla yenilikçi, bir yenilikçi için fazla gelenekçidir. Bazı görüşlerinin ise hazmedilmesi zor ya da mümkün olmayabileceğinden, eleştirilmeye, özellikle uca meyilli olanlar tarafından ise genellemeci bir yaklaşımla damgalanmaya, daha elverişli bir zemin sunmaktadır.
İkbal’in yarattığı etki, İslam dünyasında yöntemleri ve bakış açıları klasik bilgeliğin yerine geçmeden bu bilgeliği tamamlayacak düşünürlere ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir. Onun eseri, Batı’nın modern bilimini geleneksel İslami bilgilerle harmanlayarak bilginin kaynaktan bağımsız olarak tüm insanlığın mirası olduğunu kanıtlamaktadır.
Kelime ve kavramların kaynağından bağımsız olmaması ile bilginin kaynağından bağımsız olması başka şeylerdir ve İkbal’i anlamak için bu ayrımın farkında olabilmek gerekir. Tecrübe gözlem ya da istidlale dayanan bilginin dönüştüğü kavramları tanımlayarak farklı diskurlarda kullanma yöntemini tercih edenler ancak onun söylemek istediğine kulak verebilecektir. İkbal’in bireycilik yapmadan insanı merkeze alan, geleneği arka plana atmadan kadim olanı keşfe çıkan, gelecek için farklı yollar önerirken ideallerini gerçekler ile örtüştüren, dolayısıyla ütopiden uzak ayakları yere basan ve ezber bozan yaklaşımı, günümüz insanına da ışık tutacak niteliktedir.
1. Muhammed İkbal, a.g.e., s. 130
2. Muhammed İkbal, a.g.e., s. 226
3. Muhammed İkbal, a.g.e., s. 145
4. Muhammed İkbal, a.g.e., s. 33
5. Muhammed İkbal, a.g.e., s. 119
6. Muhammed İkbal, a.g.e., s. 182
7. Muhammed İkbal, a.g.e., s. 183