SADETTİN ÖKTEN İLE SANA, BANA, BİZE DAİR…
Hocam, irfan geleneğimizdeki kesret içinde vahdet, vahdet içinde kesret yaklaşımının bugünkü sosyal ve kültürel hayatımız içindeki izdüşümleri nelerdir/neler olmalıdır?
Önce bilebildiğim kadarıyla irfan geleneğimizdeki kesret-vahdet ilişkisini ifade etmeye çalışayım. Müşahede ettiğiniz âlem bir kesret, yani çokluk âlemidir. Burada birçok nesne, pek çok canlı ve muhtelif insanlar olduğu gibi, sürekli bir hareket ve bunların bizde uyandırdığı düşünce ve duygular söz konusudur. Bu çokluk, çoğu kez insan ihatasının sınırını aşar ve bireyi kendini dar bir bölgeye hasretmeye götürür. İlk bakışta gelişigüzel veya tesadüfi gibi görünen bu son derece özneli ve çok eylemli âlem, tefekkür biraz derinleşince belli esaslara göre hareket eden bir mekanizmaya dönüşüyor. İlâhî haberden nasibi olmayan insan bile bu kesret âleminin belli kurallara göre işlediğini fark eder. İlâhî haberden nasibi olan insan ise bu çokluk âleminin tek bir yaratıcının eseri olduğunu, ancak onun emri ve izni ile varlığını sürdürdüğünü ve onun tarafından tanımlanmış bir gaye için yaratıldığını bilir. Çokluk âlemine hikmet ve muhabbet gözüyle nazar eden bir Allah dostu, “Allah’tan başka mevcut ve özne yoktur” der. Geleneksel kültürümüzde var olan bu anlayış ülkemizin önce modern dünyayı, sonra postmodern dünyayı yavaş yavaş tanımasıyla yeni bir yoruma muhtaç görünüyor. Zira insanımız özellikle iletişim çağının getirdiği imkânları tanıyıp kullanır hâle geldikçe, bunların insandan uzak, yüzeysel ve nefse hitap eden büyüsüne kapılmıştır. Hemen elinin altındaki bu imkânlar onu vahdetin ulvi ve muhteşem dünyasından koparıp kesretin küçük bir parçasını oluşturan sanal bir dünyaya hapsetmiş gibidir. Çağımızın insanı, insanın insana muhtaç olduğu gerçeğini hiçbir zaman unutmamalıdır. Özellikle sanal dünyaya ve tüketici kapitalizmin cazibesine kapılan insanımız gerçekte eşref-i mahlukat olan ve ilâhî hitabın muhatabı bulunan insanla irtibatını hiç koparmamalıdır. Sanal dünya ve kapitalizmin büyüsü sahte yaldızlar gibidir. İnsan varlığı ise som altındır. Çünkü Allah insanı yeryüzünde kendi halifesi olarak yaratıp ona ruhundan ruh üflemiştir.
Aynılık, tek tiplilik tevhit midir?
Allah kullarını çok çeşitli vecihler, özellikler ve hâller üzerine halk etmiştir. Bu onun ilâhî sanatının bir tecellisidir. Aynı tecelli bütün evrende geçerlidir. Esas olan insanın iç dünyasında, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, yaradılışın bütünlüğünü ve mükemmeliyetini görmesi ve buna teslim olmasıdır. İnsan yaradılışı itibariyle önce maddi âlemi müşahede eder. Bu müşahede farkında olmanın ilk basamağıdır. Allah’ın kulları çok farklı tarzlar, hâller ve eylemler üzerindedir. Bu vakıayı tek tipleştirmek, beşerî bir kural ve zorlama olamaz. Bu kullara bir zulüm olduğu gibi, yaratana karşı da bir muhalefettir. Ve herhâlde kalplerin birleşmesine göre çok kolay ve yüzeysel bir fiildir. Bir Müslüman’ın bu safhayı kolayca aşıp kendi kalp âleminde tevhidi fark etmesi, benimsemesi, sevmesi, yaşamaya ve yaşatmaya çalışması önemlidir. Bu âlem zıtlar âlemidir. Bu âlemde iyi-kötü, olumlu-olumsuz, zulmet ve nur daima vardır ve var olacaktır.
Hocam, yazı ve konuşmalarınızda, İslam medeniyetinin şehir kurucu ilkelerinden biri olarak vahdet kavramından bahsetmektesiniz. Vahdet prensibi hangi pratiklerle tezahür etmektedir? Kendi kurmadıkları şehirlerde yaşayan Müslümanlar (Avrupa’daki Müslümanlar mesela) şehir değil ama cemiyet, cami vb. müesseseler kuruyorlar.
İnsan dediğimiz varlığın bütün düşünce, duygu ve eylemlerinde bir bütünlük söz konusudur. Bunun ilk ve en basit örneği, bedenimizdeki organların bir bütünlük ve ahenk içinde çalışmasıdır. Bu organlardan biri söz konusu ahengi bozduğu zaman hastalık adını verdiğimiz hâl zuhur eder. Fizik bünyemizdeki bu bütünlük iç dünyamızdaki düşünce ve duygu âleminde de geçerlidir. İnsanı yaratan Rabbimiz bize kendi mükemmeliyetinin bir küçük numunesi olmak üzere bütünlük ve kemal hassasını da ihsan eylemiştir. Bir Müslüman için esas olan kendi iç âleminde, yani duygu ve düşünce dünyasında bu bütünlüğü fark etmek, muhafaza etmek ve geliştirmek olmalıdır. Hayatın gayesi olan kemal ancak bu suretle husule gelebilir. Şüphesiz ki, yaşadığımız ve temas ettiğimiz dış âlemden gelen etkiler iç dünyamızda birtakım sarsıntılar ve değişiklikler yapar. Ancak Allah’a iltica eden, her an ve her zeminde onun tevfikini murad eden bir Müslüman bu sarsıntıları yine Allah’ın izniyle kolayca atlatır, hatta insanlardan hiç etkilenmez bile. Dış âlemden gelen etkiler veya eski tabirle hayat gailesi denizin üzerindeki dalgalar gibidir. Bir Müslüman için esas olan denizin dibindeki temiz, durgun ve berrak sulardır. Beşer olarak hepimiz yaşadığımız çevreden birtakım etkiler alırız, buna karşılık onları değerlendirip yorumlamak iç zenginliğimizin eseridir. Bir Müslümanın iç zenginliği ise Allah’ın ona lütfettiği düşünce ve duygu çerçevesiyle oluşur. Bunun da temelinde muhabbet yatar. Muhabbetin engin, geniş ve sıcak ikliminde yaşayan bir Müslüman hangi şartlarda olursa olsun dünya hayatına, yani çevreden kendisine gelen etkilere karşı bir zırh ile korunmuş gibidir. Allah dostları böylesi dış etkilerden biraz sıkılan ve üzülen müritlerine, “Allah sana onun tesirini hissettirmesin!” diye dua ederlerdi. Hepimiz, bize ilâhî iradenin çizdiği bir kaderi yaşıyoruz. Duamız, Hz. Eşrefzâde Rumî’nin nutkundaki duadır:
Ey Allah’ım bizi senden ayırma
Bizi senin cemalinden ayırma
Bir kulda cemal tecellisi zuhur ederse o dış dünyada hangi şartlar içerisinde bulunursa bulunsun Rabbi’nin hıfz-ü siyâneti altındadır. Unutmamalıdır ki, Allah sadece Müslüman memleketlerin değil, bütün kâinatın Rabbi’dir ve kâinata Rahman esasıyla tecelli eder.
Tevhidi dile getirenler en çok Müslümanlar olduğu hâlde, görünürdeki “farka” en çok düçar olanların da yine biz Müslümanlar oluşundan bahisle birtakım eleştiriler söz konusu. Bu anlamda ahvalimize ve “çok” dünyasında “bir” olma istikametindeki yolculuğumuza dair bize neler söylemek istersiniz?
Esasında bu sorunun cevabı yukarıdaki açıklamalarda gizlidir. Rahman ve Rahîm isimlerinin her zaman ve zeminde tecelli ettiğinden emin olarak hayata bakıldığı zaman zahirî sıkıntıların ve sorunların bu oluş ve yok oluş âleminde, bu âlemin yaradılışının ve bir imtihan âlemi oluşunun hikmeti olarak daima var olduğunu görürüz. Bu problemlere fazla kapılmayarak ve bunlara çok fazla değer vermeyerek bâtındaki manayı, ufku, hikmet ve muhabbeti aramaya, keşfetmeye ve tatmaya çalışmalıyız. Bu hâl bir lütf-u ilâhîdir. Biz kullar bu lütuf sayesinde var oluruz. Bu lütfun verilmediğini düşünen insanlar bile kendilerine verilmiş olan ve farkına varmadıkları bir ihsanın içinde yaşamaktadırlar. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, bütün mesele iç âlemimizde bitiriyor. İnsan ruhu ve kalbi ancak Allah’ı hatırlamak ve onu anmakla mutmain olur. Bu konudaki inancımız hiçbir zaman sarsılmamalıdır. Ümitsizlik bir Müslüman’a asla yakışmıyor. Bu soruya olan cevabımızı Şeyh Galib’in bir uyarısıyla bitirelim:
Sen yârini bî-haber mi sandın
Yoksa seni terk eder mi sandın
Hocam biraz da medeniyet kavramına dair düşüncelerinizi almak isteriz. Bir süredir çokça dile getirdiğimiz bir kavram medeniyet. Bu kavramı görünür, yaşanır kıldığımız bir yer var mı? Ya da oluşmakta olan bir şeyden mi bahsediyoruz?
Ülkemizin insanı kendi dünyasının içinden çıkıp başka toplumlarla temas etmeye başladığında önce o toplumların maddi hayatını gördü. Bu olgu çok tabii bir süreçtir. İnsan önce maddeyi görür, sonra imkânı ve vukufu nispetinde o maddenin ardındaki manaya intikal eder. Ülkemizin insanının yaşadığı macera da aynen böyle inkişaf etti, insanımız önce Batı dünyasındaki maddeyi gördü. Onun maddi mükemmelliği ile bir süre oyalandı, sonra hadiseler insanımızı bu maddi mükemmeliyetin ardındaki manaya, yani Batı uygarlığının değerlerine doğru bir yolculuğa çıkardı. İnsanımız Batı dünyasının mana âlemindeki değerleri ile kendini var eden İslam medeniyetinin değerlerinin örtüşmediğini, hatta tam anlamıyla zıtlaştığını fark etti. İnsan dediğimiz varlık farkı fark eden bir mahluktur. Kendi dünyasından çıkmayan insan, kendi medeniyet değerlerini fark edemez. Kendi dünyasından çıktığı zaman ve farklı bir medeniyet ile temas kurduğunda, kendine ait değerleri ve bu değerlerin kimlik oluşturucu kıymetini anlayabilir. Son zamanlarda medeniyet, daha doğrusu medeniyet tasavvuru kavramının gündeme gelişi bu farkı fark etme olgusunun bir tezahürüdür. İçinde yaşadığı yabancı toplumun değerlendirmesini “bunlar şöyle şöyle bir toplum” şeklinde yapan birey kendisine şu soruyu soruyor: “Peki ben kimim?” Sorulması gereken temel ve esas soru da işte budur. Biz bugün kendi kimliğimizi, mensup olduğumuz medeniyet tasavvurunu, bu tasavvurun esaslarını muhafaza ederek yeniden oluşturmak mecburiyetindeyiz. Bu hadise zor bir süreç olmakla birlikte imkânsız değildir. Tarihte bunun birçok örneği vardır. Bizim mensup olduğumuz toplumsal yapı, İslam medeniyet tasavvurunun Osmanlı yorumunu gerçekleştirmiştir. Bizler de bugün bu yorumdan yola çıkarak ve buna dayanarak İslam medeniyet tasavvurunun yeni bir versiyonunu inşa etmek mecburiyetindeyiz. Bunun ilk denemelerinin yapıldığını da memnuniyet ve şükür duyguları içerisinde müşahede ediyoruz.