Vaz Geçmeyen Ulusçuluk: Birlik-Çokluk Müzakeresi
Siniša Malešević*

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Son günlerde dünya çapında, özellikle Avrupa ve Birleşik Devletler’de ulusçu hareketlerin kaygı veren yükselişi, ulusçuluğun yapısı ve ortaya çıkış nedenleri üzerine tartışmaları hareketlendirdi. Donald Trump’ın 2016 Amerikan başkanlığı seçimindeki beklenmedik zaferi, Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’ndeki geleceği hakkındaki halk oylamasının birlikten ayrılma kararı ile sonuçlanması, bazı Avrupa ülkelerinde aşırı sağcı partilerin hızla çoğalması gibi olaylar yorumcuları bu gelişmelerin en iyi şekilde “yeni ulusçuluk” olarak tanımlanabileceği sonucuna götürdü. Yeni ulusçuluk denilen olgunun ana özelliklerinin şunlar olduğu öne sürülmektedir; göç olgusuna, küreselleşmeye karşı ciddi bir direnç, yerli ekonomiyi destekleyip dış alımları kısıtlama, popülist önderleri ve ulusçu siyasetleri destekleme, dinî ve kültürel farklılıklara düşmanlık. Takis Fotopoulos bu yeni ulusçuluğun 19. yüzyıldaki eski biçiminden üç ana noktada ayrıldığını belirtir; a) Geleneksel ulusçuluk toplumunu, “ulus devletin ortak kök olarak dayandığı ortak tarih, ortak kültür ve genellikle ortak dil” gibi özellikler altında birleştirmeye çalışıyordu. Bugünkü yeni ulusçuluk ise “ulusal bağımsızlığı” tehdit eden küreselleşmeye karşı bir tepkidir. b) Geleneksel ulusçuluk kişilerin ulus devletteki konumuna dikkat ederken, günümüz ulusçuluğu kişilerin ekonomik bağımsızlığını koruma odaklıdır. c) Geleneksel ulusçuluk daha çok orta sınıflarla ilgili bir olguydu. Bunun tersine çağdaş ulusçuluk kendilerini küreselleşmenin başlıca kurbanları olarak gören kişilere çekici gelmesinin yanında, bir de bu algıya “daha fazla eşitlik talebi” ve “seçkinlerin gücünü asgariye indirme” iddiaları eşlik ediyor. Mark L. Movsesian ve Eric Kaufmann gibi diğer bazı yorumcular da yeni ulusçuluğun kültürel kaynaklarına vurgu yapıyor. Bu araştırmacılar yeni ulusçuluğu ekonomik eşitsizlik ve küreselleşmenin doğurduğu düzensizliğe dayandırmak yerine, olgunun çok kültürlülük ve kültürel farklılığın yadsınması gibi tutumların katı bir şekilde kabul edilmesine bağlı olduğunu öne sürüyorlar. Movsesian’ın ifadesiyle; “Yerel toplumları tamamıyla dışlamış küreselleşme kişiye yeni bir aidiyet kazandırır. Ama kişiyi kriz anlarında herkesin zorunlu olarak yüz çevireceği bir bölgeye ait kılan bu küreselleşme yerel toplumlardaki aidiyetin yalnızca soluk bir ikamesidir.” Kaufmann da benzer şekilde, yeni ulusçuluğun asıl olarak, “açık sınır” siyasetinin reddi, birçok Batı toplumunun özünü oluşturan kültürel farklılıklara yönelik hoşnutsuzluğun halk arasında her zaman görülenden daha çok görülmesi gibi kültürel kaygılar tarafından güdülendiğini düşünür. Fotopoulos’un yaptığı gibi, göçmen karşıtı tutumların temelinde ekonomik eşitsizlikleri görmek yerine Kaufmann anketlerin şunu gösterdiğini iddia eder; yeni ulusçuluk sınıflar arası bir olgudur, yoksullaşmış kesim tarafından desteklendiği gibi, orta sınıflarca da desteklenir.

    Bu tür yorumların en temel sorunu, daha çok güncel olaylara dikkat kesilip, uzun soluklu tarihsel eğilimlere yeterince bakmamaktır. Hâlbuki bugünkü ulusçu ideolojileri tetikleyen etkenleri aslında bu tarihsel eğilimler biçimlendirmiştir.  Dolayısıyla yeni, evrensel liberalizmin ekonomik bedelleri ya da çarpışan, karşıt kültürel dünya görüşleri gibi özel, geçici tekil durumları seçip ele almak yerine, çağımızdaki uzun vadeli ulusçuluk eğilimlerinin doğuşunu ve dönüşümünü ele almak zorunludur. En başta bizzat “yeni ulusçuluk” kavramının kendisi oldukça sorunludur. Çünkü kavramın, bu son dönem siyasal olaylar meydana gelmeden önce sanki ulusçuluk ortalarda yokmuş gibi ve şu an ulusçuluk bağlamında gerçekleşen şeyler bundan önce olanlardan asli olarak farklıymış gibi çağrışımları vardır. Dolayısıyla bu gelişmeleri özsel olarak farklı veya hiç benzeri olmayan, yepyeni olgular olarak ele almak yerine, gelişimi yaklaşık son 250 yıldır devam eden toplumsal sürecin bugünkü, özel türevi olduğunu düşünmek daha yararlı olacaktır. Başka bir deyişle, ulusçuluk 2016’da sanki gökten inmiş gibi aniden peyda olmadı, olamazdı da. Britanya’daki halk oylaması ve Trump’ın seçim başarısı gibi güncel siyasi olaylara odaklanmak yerine, ulusçuluğun yaygınlık ve kalıcılık durumunu incelemek, somutlaştırmak gerekir. Ulusçuluğu tetikleyen tarihsel etkenlerin izini sürmek için, ulusçuluğun modern çağın, hâkim olan siyasal yasallık ölçütü olageldiğini ve hâkimiyetini de sürdürdüğünü belirlemek en önemli adımdır. İmparatorluklar, şehir devletleri, kan bağıyla sahip olunan krallıklar ve aşiret birlikleri gibi modern öncesi siyasal yapılarda iktidarı elinde bulunduranlar yönetme hakkını, mitolojik kökenler, kraliyet ayrıcalıkları, şehirleşme görevleri veya dinsel otorite gibi öğelerin yardımıyla yasallaştırıyordu. Buna karşın ulus devletler ise gerçek varlıklarını kitlesel (yani ulusal) egemenlik aracılığıyla yasallaştırır.  Başka bir tabirle, ulusçuluğun modern dönemdeki gücü büyük ölçüde modern dünyayı, yani ulus devletleri destekleyen özel yönetim şeklinin ideolojik ve örgütlenme bağlamlı hâkimiyetinden gelir. Bu bağlamda, tüm modern devletler ulus merkezli söylem ve eylemleri zorunlu olarak içselleştirmiştir. Ernest Gellner’in de açıkladığı gibi, modern dünyada ulus olgusu o kadar sıradanlaştırılıp doğallaştırıldı ki, ortaya neredeyse evrensel olan şu beklenti çıktı; “Kişinin bir buruna, iki kulağa sahip olduğu kadar doğal ve zorunlu bir şekilde, bir ulusa ait olması da zorunludur. Bu parçaların herhangi birindeki bozukluk […] yalnızca bazı büyük yıkımlar sonucu anlaşılabilir ve bu yıkım da bizzat türün yıkımıdır.” Bu nokta, insanların çok büyük çoğunluğunun yerel bağlamlı, çoğunlukla akrabalık bağlarıyla tanımlandığı ve bu insanlarının dünyayı da bağlı bulundukları dinlerin çok daha evrensel inanç ve inanç eylemleri aracılığıyla algıladıkları modern öncesi dünyaya kökten terstir. Ulus devletlerin doğuşu ve iyice yaygınlaşmasıyla ulusçuluk da dünya çapında, yavaş yavaş geniş toplumsal ilişkileri anlamlandırma, kavrama çerçevesi için en yaygın düşünce türü hâline geldi. Ulusçuluk ideolojisinin kökenleri, Aydınlanma ve Romantizm gibi etkileyici entelektüel hareketlere, 19. yüzyılın sonundaki siyasal devrimlere kadar geri götürülebilir. Ama ulusçuluk ideolojisi asıl 20. yüzyılda, eğitim düzeni, kitle iletişim araçları, askerî ve sivil daireler, özel şirketler, sivil toplum, aile hayatı ve benzeri modern devlet kurum ve kuruluşlarına kök saldı. Bu ideoloji 20. yüzyıl içerisinde ve 21. yüzyılın ilk döneminde nihayet tüm dünyaya nüfuz etti. Birçok anketin de gösterdiği gibi, bugün birçok çağdaşımız kimlikleri oluşturan ilk, temel öğe olarak kendi uluslarını görüyor.

    Ulusçuluğun bu şekilde dereceli ama kalıcı yayılımında kültürel farklılıklarla karşıt olma niteliği bulunur. Ulusçu tasarımlar genellikle tek tipliliğe ve birliğe ayrıcalık tanıdığı için, bu yaklaşımlar genellikle kültürel çoğulluğa muhaliftir. Fransız devrimlerindeki daha adil ve daha kapsayıcı toplum yaratma amaçlarının yanında, kültürel ve dinî azınlığa karşı gösterilen şiddetli düşmanlığın at başı gitmesi rastlantı değildir. Bu duruma Henri Grégoire tarafından tutulan, adı kötüye çıkmış devrim kayıtlarındaki “azınlık dillerini yok etme zorunluluğu” gibi ifadeler tanıklık eder. Ama duruma tanıklık eden yalnızca devrim kayıtları değildir; dinî ve kültürel farklılıkları yok etme çabasının 19. yüzyılın neredeyse tamamında devam etmesi de bu eğilimin bir başka göstergesidir. Farklılıklar üzerine gidilen bu savaşta Fransız devleti yalnız değildi. Aslında 20. yüzyılın ilk yarısında, azınlıkları yok etme eğilimi tüm Avrupa kıtasında ve dünyanın başka yerlerinde zirveye çıkmıştı. Politik, etnik veya dinî temizlik ve soykırım nazizm ve faşizme sıkıca bağlı olsa da, kültürel farklılıkları imha etme siyasetinin savaş dönemi ve hemen sonrasında diğer birçok Avrupa ülkesince benimsendiği gayet açıktır. II. Paylaşım Savaşı sonrası ortaya çıkan göreli jeopolitik ve ekonomik istikrar, birçoğu daha müreffeh Batı Avrupa ülkelerine olmak üzere, çok sayıda insanın geçici veya kalıcı göçüne neden oldu. Kültürel açıdan farklı insanların giderek artan göçü sonrası bazı Avrupa hükûmetleri çok kültürlülüğü destekleyen siyasetleri benimserken, kimileri de daha çok göçmenleri kendi içlerinde eritme odaklı göçmen siyasetlerini seçtiler. Ancak bu ulus devletlerde giderek çok kültürlü bir duyarlılığı içeren söylemler ve siyasalar görülse de, ulus devletler toplumsal ilişkilere bakışlarında büyük ölçüde ulus merkezli olmayı sürdürdüler. Bu bağlamda toplumun çoğunluğunu oluşturanların ulusçuluğu biraz yumuşatılıp dindirilse de, çok kültürcü siyasal yaklaşım asla bu hükûmetlerin yürüttüğü siyasalardaki baskın ideoloji olmadı. Mesela birçok Avrupa devleti, kültürel ve dinî farklılıkları da kapsayan, insan haklarını koruyucu birçok yeni yasayı kabul etti, ancak bu yasal değişimler nadiren kendini bütünüyle bir ulusun üyesi gören kişilerin popüler görüşüne dönüşebildi. İşte bu açıdan göçmenlerin çoğu, bütün yurttaşlık haklarını elde etseler bile bunun kendilerini hemen o topluma ait kılmayacağını çabucak kavradı. Açıkça azınlık düşmanlığı genellikle uç sağ kesimlerde görülse de birçok azınlık üyesi, nüfusun çoğunluğu tarafından, ulusal topluluğun tamamen eşit bir üyesi olarak tanınmayacakları duygusunu deneyimledi. “Yeni ulusçuluk”un doğuşu üzerine düşünen birçok yorumcu bu durumu ya yeni-liberal kapitalizmin ekonomik dengesizliklerinden veya azınlık ve çoğunluk üyelerinin uzlaşamaz kültürel değerlerinden doğmuş bir sapma olarak yorumladı. Ama ben bu yorumları, bu türden gergin toplumsal ilişkileri destekleyen, uzun vadeli tarihsel süreçleri görmezden geldikleri için hatalı buluyorum. Azınlık ve çoğunluk konumlarındaki dengesizliğin ekonomik eşitsizlikler ve kültürel uyuşmazlıklardan çok, bunlara uygulanan siyasetin örgütlenme yapısından kaynaklandığını düşünüyorum. Tüm ulus devletler kendi yasallıklarını, ulusal kimliğe diğer tüm topluluk biçimlerinden alınan kimlikten daha çok ayrıcalık veren düşünce ve uygulamalardan alır. Dolayısıyla bu anlayışla geliştirilmiş toplumsal örgütlenmeler de toplumsal gerçekliği kavrama tarzları içerisinden ulus merkezli kavrayış tarzını kaçınılmaz bir sonuç olarak besler. Başka deyişle, ulus devlet tarzı hâkim ve tek yasal yönetim tarzı olarak konulduğunda, iktidarı elinde bulunduranların seçme hakkı kalmamış demektir. Onlar da mecburen yönetme haklarının yasallığını ulusçuluğun türevlerinden birine dayandırmak durumundadır. Tam da bu nedenle modernlik ve ulusçuluk birbirlerine sıkıca bağlıdır. Herhangi biri daha az veya daha çok ulusçu nitelikli bir ideolojiye sahip olabilir, ulusçuluk daha çok veya daha az özel, az veya çok saldırgan, etnik nitelikli olmaktan çok ülkeyle ilgili de olabilir. Ama o, toplumun yönetimsel örgütlenmesi için en çok kabul edilen yöntem olmayı sürdürdükçe, bu evrende ulusçuluktan kaçış yoktur. Zira bu noktada ulus devlet,  imparatorluklar, şehir devletleri, kan bağıyla sahip olunan krallıklar ve aşiret birlikleri gibi kendinden önceki tüm örgütsel yönetim tarzlarından ayrılır. Çünkü bunlarda iktidarı elinde bulunduranlar iktidarlarını çok farklı, ulusçu olmayan yollarla yasallaştırıyorlardı.

    Ulusçuluk tarihsel olarak, farklılıklar üzerine kurulu yerel kan bağlarının bir potada (ulus potasında) eritilmesinden türetilmiş bir ideolojidir. Bu ideoloji tarihteki zaferlerinin çoğunu devletlerin zorlayıcı siyasetleri sayesinde, yerel çok kültürlülüğün, farklılığın yok edilmesi aracılığıyla kazanmıştır. Fransız ve Amerikan devrimlerindeki eşitlikçi ve demokratik vaatlerin, aslında Vendée ve Britanya’daki kralcı, Katolik kitle katillerinden ve “Amerikan sınırlarındaki” yerli nüfusun katillerinden gelmesi tarihsel bir rastlantı değildir. Zaten 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk dönemindeki ulusçuluk büyük ölçüde zorlama ve şiddet ile yayıldı. Avrupa devletlerindeki kültürel açıdan görece tek tiplilik, etnik temizlik ve sarsıcı nüfus değişimlerinin sonucu olarak ortaya çıktı. Bu apaçık öteki düşmanlığı soğuk savaş döneminde büyük ölçüde kayboldu, ancak modern devletin ulus merkezli temelleri varlığını sürdürdü.

    Ulusçuluk teoride esnek ve yumuşak bir ideolojidir. Varlığını sürdürebilmesini ve yayılmasını tamamen istenen şekilde kullanılmaya uygun oluşuna borçludur. Ama bu ideolojinin taşıdığı ve beslediği örgütlenme özellikleri (yani ulus devletlerin bürokratik yapısı) bu ideolojiyi mecburen kültürel tek tipliliğin bazı biçimlerinin tekeline doğru çeker. Tam da bu nedenle, iktidardakiler ve devlet yöneticileri kültürel farklılıklara yönelik gerçekten samimi bir duyarlılık gösterseler de ulus devletlerin örgütlenme yapısı kültürel tek tipleştirmenin merkezkaç kuvvetine karşı koyamaz. Bu bağlamda, nüfustaki çoğunluğun sahip olduğu kültürel kalıplar, baskın ulusçu ideolojilere ihtiyaç duydukları içeriği tedarik eder. Bu açıdan çağdaş ulusçuluk, 19. yüzyıldaki selefine benzer; toplumu birleştirici bir dil kullanır ama bizzat kendi varlığı kültürel farklılıkları yok etmenin öncüsüdür. Bu iki ulusçuluk arasındaki temel fark şudur; 19. yüzyıl ulusçu ideolojileri yerel, bölgesel farklılıkları aşağılamakla yetinirken, çağımızda görülen ulusçu akımlar göçlere karşı sınırlarını karşılıklı olarak kapatıp, sınırları koruma aracılığıyla ulusal birleşmeyi sağlamak düşüncesindedirler. Ulusçuluk değişebilir, evrilebilir, dönüşebilir ama her durumda kendi örgütlenme çatısına, yani ulus devlete sıkı sıkıya bağlıdır. O hâlde bugün önümüzde duran olgu, sanki birdenbire, kendi kendine gökten inmiş ve kültürel farklılıklara saldırmaya başlamış gibi “yeni ulusçuluk” diye adlandırılamaz. Tersine karşı karşıya kaldığımız olgu, yaklaşık son 250 yıllık tarihimizde iş başında olan bir olgudur; bu sonradan edinilmemiş, doğal farklılıkları inkâr ederek oluşturacağı (ulusal) birliğe şekil vermeye ve bu birliği korumaya girişmiş ideolojik bir girişim ve örgütlenme tarzıdır.

    * Siniša Malešević Dublin Üniversitesi’nde sosyoloji profesörüdür ve Royal Irish Akademi’nin üyesidir. Son kitabı olan The Rise of Organised Brutality [Organize Gaddarlığın Yükselişi] Cambridge Univercity Press’ten, 2017 yılında çıkmıştır.