İMAM MÂTÜRÎDÎ’NİN TEVHİDE YAKLAŞIMI
Cağfer Karadaş*
İnsanoğlu tarih boyunca iki hususu anlamakta zorlanırken, iki hususu talep etmekten de geri durmamıştır. Anlamakta zorlandıkları iki husus, gördükleriyle yetinmeleri ve daha çabuk ikna olmaları dolayısıyla görmedikleri, dokunamadıkları ve sesini bizzat duymadıklarına inanmak hususunda zorlanmışlardır. Dün bunu dile getirenler Hz. Musa’ya, “Allah’ı bize apaçık göstermedikçe biz sana asla inanmayız.” (Bakara suresi, 2:55), “Bize Allah’ı apaçık göster.” (Nisâ suresi, 4:153) diyen Yahudilerdi, bugün ise “görmediğime inanmam” diyen ateistlerdir. İkinci husus ise sürekli çokluk içinde yaşamış ve buna alışmış olan insanın Allah’ın birliğini kabullenmede zorlanmasıdır. Nitekim müşrikler “İçlerinden bir uyarıcının gelmesine şaşırdılar. Bu kâfirler şöyle dediler: Bu peygamber yalancı bir sihirbazdır. Bütün ilahları tek bir ilah kıldı, öyle mi? Bu son derece şaşırtıcı bir şeydir.” (Sâd suresi, 38:4-5)
İnsanların arzu ettikleri iki husus ise dünyada ebedî olmak ve kusursuzluktur. Nitekim ilk şeytan olan İblis, ilk insanlar Hz. Âdem ile Havva’yı tam da bu noktadan kandırmıştı. Onlara yönelik, “Rabbiniz bu ağacı size melek olursunuz veya ebedî yaşayanlardan olursunuz diye yasakladı.” şeklinde bir vesvese vermişti. İşte bu ayette ebedî olmak insan için gelecek endişesi olmayan sonsuz bir hayat sürmek; melek olmak ise, insanın bütün hata ve eksikliklerden arınarak kusursuz hâle gelme arayışıdır.
Zikredilen bu hususlar, insanoğlunun hem çelişkisini hem de tevhitten sapma nedenini ve temelini bize gösterir. Çelişkidir, çünkü insanın bu dünyada ebedîlik ve kusursuzluk arayışı bir hayalden ibarettir ve gerçekleşme ihtimali söz konusu değildir. Diğer bir deyişle cennette müminler için gerçekleşecek bir ebedîliğin insan için dünyada ulaşılır olması vakıa olarak mümkün değildir. Buna rağmen insanoğlu bu arzularını dünyada talep etme ve onlara ulaşma hususunda son derece cesur ve fütursuzdur. Bu özellikleri dolayısıyla Allah’a isyan etmenin yanında birbirileriyle kıyasıya mücadele içine girerler. Sonuçta sapma bataklığına saplanmış olan insan, asla kendisinde kusur görmeme ve kusurun diğer insanlardan, özellikle de uyarıcılar olana peygamberlerden kaynaklandığını iddia etme sabit fikri içine düşer. Daha da öte giderek kendisinde tanrılık vehmetmeye başlar ve Allah’ı yok sayar. Firavun’un Hz. Musa karşısında acizliğini kapatmak için, “Ey Haman bana bir kule yap, belki sebeplere, göklerin sebeplerine ulaşırım ve orada Musa’nın Tanrısını görürüm. Çünkü ben onun yalancı olduğunu düşünüyorum.” (Mü’min suresi, 40:36-37) diye emirler yağdırması ile “Etrafına adamlarını toplayıp, ben sizin en büyük tanrınızım…” (Zâriyât suresi, 51:23-24) diye şov yapması bu hususa çarpıcı bir örnektir.
İşte bu noktada Allah’ı tanımayan veya isyan eden insan, aynı zamanda diğer insanlarla çatışma ve çekişme içerisine girer. Çünkü Allah’ı tanımayan veya isyan eden bir varlığın kendisi gibi olan insanları tanıması söz konusu değildir. İmam Mâtürîdî, Kitabü’t-Tevhid’in başında tam da bu çatışma noktasında dikkat çeker ve Allah’ın birliğinin tanınmasının insanlar arasındaki bu çatışmayı bitirecek yegâne çare olduğuna işaret eder. Aralarındaki çatışmayı bitiren insanlar, doğal olarak yardımlaşmaya ve birbirine saygı duymaya yöneleceklerdir. Ancak bu yardımlaşmaya yönelmesi için ilâhî kaynaktan gelen bir kanun bütününe ihtiyaç vardır. İşte bu kanun bütünü Allah’ın peygamber aracılığı ile gönderdiği ilâhî dinlerdir. Ünlü kelam bilgini Şehristani bu hususa şöylece dikkat çeker: “İnsan, düzen ve huzur içerisindeki bir toplumda yaşamaya muhtaçtır. Ancak söz konusu toplum, yardımlaşma ve çatışma (تعاون و تمانع) armonisi içerisinde kurulur ve devam eder. Toplum içinde oluşan, anılan yardımlaşma ve çatışmanın sınırlarının belirlenmesi ya toplumsal uzlaşma veya dışarıdan bir kanun ile mümkündür. Her insan tekinin ilâhî vahiy alması veya kendi kendine kanun oluşturması vakıa olarak yeterli ve yetkin olamayacağından toplumsal düzeni ve huzuru sağlayacak peygamber aracılığı ile Yüce Allah’ın gönderdiği bir yasal zemine ihtiyaç bulunduğu açıktır.” (Şehristanî, Nihayetü’l-İkdam, s. 238)
Yukarıda anılan yasal zemini gösterecek, işleyişini sağlayacak, diğer insanlara aktaracak ve yaşanması için yol gösterecek âlimlere ihtiyaç vardır. Çünkü “Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Tirmizî, “Kitâbü’l-ilim”, 19) İmam Mâtürîdî işte bu görevi yerine getirecek âlimlerden biridir. Bunun için ilim meclisleri oluşturmaktan kitap yazmaya kadar birçok işe imza atmış, adına mezhep oluşmuş önemli bir şahsiyettir. Onun anlattıkları, yazdıkları ve yaşadıkları bizim için hâlâ yol gösterici özelliğini sürdürmektedir. Nitekim İmam Mâtürîdî’nin Kitabu’t-Tevhîd adlı eseri İslam’ın temelini teşkil eden tevhidin ilkelerinin sistematik bir şekilde anlatıldığı en önemli eserlerden biridir. İnanç esaslarının bütün konularını kelam formu içerisinde ele almış olması ve zamanına göre oldukça üst düzeyde bir içerik ve yönteme sahip olması imamın bilimsel gücünü göstermesi bakımından kayda değerdir. İmam söz konusu eserinde, yukarıda işaret edilen Allah’ın birliği ve evrende kurduğu sisteme işaret eder. Nitekim eseri incelendiğinde bu durum açık ve net olarak görülecektir. O, bu eserinde Allah’ın bilgisine ulaşmanın araçları olan bilgi araçlarından başlamak üzere Allah’ın varlığı, bu varlığa işaret eden evrenin varlığı ve öğeleri, Allah’ın evrene mesajı olan Kur’an ve bu mesajı getiren peygamber ile insanın öldükten sonraki hayatı olan ahiret inancına kadar bir insanın veya bir müminin merak ettiği/edeceği hemen her soruya cevap vermeye çalışmıştır.
Bilgi sistemi konusunda ortaya koyduğu hiyerarşik yapı, sonraki eserler için âdeta model olmuştur. Ona göre insanın bilgilenmesi üç araçla gerçekleşir: Duyular, haber ve akıl. Duyular insanın dış dünyadan bilgi alması, haber geçmişten veya olmuş olaylardan işitme yoluyla bilgi edinmesi, akıl ise bu iki kaynaktan gelen bilgilerin bir hükme, yani insanın anlayabileceği ve yararlanabileceği bir forma sokulmasıdır. Bu üç bilgi edinme yolu birbiri ile doğrudan bağlantılı olduğu için bunları öncelik sonralık sıralamasına sokmak uygun değildir. Her biri kendi alanında önemli bir yere ve işleve sahiptir ve biri diğerini devre dışı bırakacak özellikte değildir. Söz gelimi akılla varılacak sonuca haber veya duyuların ulaşması söz konusu olamayacağı gibi, haber yoluyla gelen bir bilgiye veya duyu yoluyla elde edilen bir veriye aklın ulaşması da söz konusu değildir. Her bir bilgi aracının kendi alanında önemli yeri ve diğeriyle irtibatlı işlevi vardır.
Son ilâhî din olan İslam, temel itibariyle Hz. Peygamber’in getirdiği Kur’an ve Sünnet şeklindeki habere dayanmakla birlikte bu bilginin günceli yakalaması, dış dünyayı algılayan duyularla; fikir ve hüküm üretme işi ise akılla mümkündür. Dolayısıyla sadece metin odaklı (literal) okumalar sığ ve yetersiz kalmaya mahkûmdur. Hz. Peygamber’den gelen Kur’an ve Sünnet’ten müteşekkil haber, düşüncenin tarihî derinliğini oluştururken, duyular ve akıl bu düşüncenin günceli yakalamasını sağlar. Çünkü tarihî derinlikle kurulan irtibat ile güncelin yakalanması birleştiğinde hayat anlamlı hâle gelir. İmam Mâtürîdî özellikle tefsirinde böylesi bir yaklaşımı ortaya koymuş ve bunun uygulayıcısı olmuştur.
Onun Allah inancını ve sıfatlarını ele alış şekli Kur’an ve Sünnet’e uygundur. Nitekim ünlü çağdaş Mısırlı bilgin Hasan Mahmud eş-Şafiî, Mâtürîdî’nin mezhebinin Kur’an ve Sünnet’e en yakın mezhep olduğunu ileri sürer. O, ilâhî sıfatlara “tekvin” sıfatını da ekleyerek; hayat, ilim, irade, kudret, kelam, tekvin, semi’ ve basar şeklinde sekiz sıfat olarak kabul eder. Böylece evrenin yaratılışını bütünüyle ilâhî kudret, irade ve yaratmaya dayandırır. Allah’ın zatının görülmesi, hatta bilinmesi söz konusu olmadığından, Allah’ı bilmenin yegâne yolu olarak isim ve sıfatları vardır. Nitekim o, ilâhî isim ve sıfatların görevinin Allah’ı insan zihnine yaklaştırmak olduğunu ifade eder.
O, kader ve kaza konusunda kula bir sorumluluk yüklerken var olan her şeyin yaratıcısının Yüce Allah olması dolayısıyla insanın kendisinin ve fiillerinin Allah tarafından yoktan var kılındığını kabul eden bir düşünceyi benimser. Bu, aynı zamanda tevhide yapılan bir vurgudur. Çünkü burada hem Allah’ın kudretinin yok sayılmaması hem de kulun iradesinin sınırlandırılmaması söz konusudur. Buna göre kul özgür iradesiyle bir hususa yönelirse, Yüce Allah da onun iradesi doğrultusunda bunu yaratır. Ancak bu yaratmayı Yüce Allah kâinata koyduğu şartlar ve imkânlara, bir nevi tabiat kanunlarına ve insanın gücünün imkânına bağlamıştır. Böylelikle yaratma hususunda tevhit sağlanmış olur. İnsana tanınan sadece irade özgürlüğüdür. Zaten insanın sorumluğu da iradesinden doğar. Tevhit Allah’ın isim ve sıfatları için de söz konusu olduğundan O’nun Halik, yani yaratıcı ismi sadece kendisine mahsustur.
Peygamberliği Allah’ın hikmeti gereği şart gören Mâtürîdî, Allah’ın peygambere gönderdiği vahyinin söz ve anlam bütünlüğü içinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünür. Diğer bir deyişle Kur’an hem lafız hem mana olarak Yüce Allah tarafından Cebrâil aracılığı ile Hz.Peygamber’e indirilmiştir. Batınîlerin iddia ettiği gibi, Allah’ın sadece manayı Hz. Peygamber’in zihnine indirmesi ve O’nun da kendi ifadeleriyle lafza dökmesi söz konusu değildir. Bu kelamdaki tevhide aykırıdır. Allah’ın kelamı onun bir sıfatı olup, lafız ve mana olarak Cebrâil vasıtasıyla peygamberine indirmiştir.
Buradan hareketle, onun sisteminde Kur’an ve Sünnet bir bütün olarak yer alır. Zira Hz. Peygamber haberi getiren olması dolayısıyla O’nun din içinde yeri, getirdiği vahiy kadar önemlidir. Çünkü tek başına vahyin bir işlev görmesi söz konusu değildir. Vahiy ancak onun öğretmesi ve uygulaması ile hayat bulmuştur ki bunun adı Sünnet’tir. Onun sünnetine uyanlar da Ehl-i Sünnet topluluğunu oluştururlar.
İmam Mâtürîdî diğer görevleri yanında melek ve şeytanları insan bakımından dünyevi imtihanın bir parçası olarak görür. Melekler insanlara iyi duygular ilham ederken, şeytanlar vesvese şeklinde kötü duygular aşılamaya çalışırlar. Dört büyük melekten Hz. Cebrâil peygamberlere vahiy getirir ve aynı zamanda dinin bazı ilke ve emirlerini öğretir. Dünya rızkını dağıtma görevi Hz. Mikâil’e, sura üfürme görevi de Hz. İsrâfil’e verilmiştir. İnsanların canını almakla görevli olanlar ise ölüm melekleridir. Bunların önderi Hz. Azrâil’dir.
İnsanların ölümü ile kabir hayatı başlamıştır. İsrâfil’in ikinci sura üflemesi ile birlikte yeniden diriliş anlamında kıyamet gerçekleşecektir. İnsan ruh-beden bütünlüğü içinde öte dünyada yeniden bir hayata başlayacaktır. Hz. Peygamber’in şefaati ve cennetin iyi kullara, cehennemin kâfir ve zalim kullara tahsis edilmiş olması hak ve hakikattir. (Bkz. Mâtürîdî, Kitabü’t-Tevhîd, nşr. Bekir Topaloğlu-Muhammed Aruçi, Ankara, 1323/2003)
Yazının sonuç kısmını İmam’ın Te’vilâtü’l-Kur’an adlı eserinden İhlas suresinin tefsirinin özeti ile bağlayalım. Yüce Allah surenin başında (قل) ifadesi ile peygamberi üzerinden kavmine seslenmeyi tercih etmiştir. Bununla hem peygamberini taltif etmiş hem de muhataplarının kim olduğunu ima ve işaret etmiştir. Bu sure aynı zamanda müşriklere yönelik bir uyarı ve onların, “Allah diyorsun, o ne ki?” şeklindeki sorularına sert bir cevaptır. Nitekim cevap O anlamına gelen (هو ) ile başlıyor. Deyim yerindeyse sizin o dediğiniz Allah birdir. O, aynı zamanda görünmeyen ve insanın beş duyusu ile hissedemeyeceği, ancak aklıyla kavrayabileceği Allah’tır ve O birdir (الله أحد). Bu birlik yegâne, müteal, yani aşkın, ortağı ve benzeri olmayan anlamındadır. Bundan sonraki bütün kelimeler ve kavramlar bu birliği açıklamak ve pekiştirmek içindir. O semattir (الصمد). Samet, kendisine dayanılan yegâne efendi anlamında olduğu gibi içi boş olmayan, eksiği ve gediği bulunmayan anlamındadır. İnsanın içi boştur, bu yüzden sürekli yemek ve içmek ister. Bu yüzden her şeye muhtaçtır. İnsanın içi boştur, bu yüzden o boşlukta çocuk meydana gelir ve kendisine benzeyen çocukları olur. Hâlbuki Allah (لم يلد ولم يولد) ne çocuğu olan ne de anne babası olandır. Çünkü o bunlara muhtaç değildir. Ayrıca çocuk doğduğu anne ve babanın benzeridir. Allah’ın benzerinin olması söz konusu değildir. Öte yandan anne ve babanın olması kişinin bir başlangıcının, evvelinin bulunduğunu gösterir. Bu ise insanın sonradan olma bir varlık olduğuna işaret eder. Allah için başlangıç ve sonradan olma söz konusu olmadığı gibi, son bulması ve sonunun olması da söz konusu değildir. Allah için anne baba ve çocuk olmadığına göre onun dengi olacak bir eşe de ihtiyacı yoktur (ولم يكن له كفوا أحد). Çünkü eşler birbirinin dengidir ve bir varlığın eşinin olması ona denk bir varlığın olması demektir. Bu yüzden Allah için denginin, yani eşinin ve dostunun bulunması söz konusu olamaz.
Bu sure ile müşriklerin zihninde bulunan bütün şirk unsurlarının ve özelliklerinin silinip atılmasının yanı sıra Hristiyanların zihninde bulunan İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu şeklindeki iddialarına ve Yahudilerin zihninde bulunan bazı peygamberler ait yanlış bilgiye de işaret edilmiştir. Öte yandan müşrikler, melekleri Allah’ın kızları kabul etmek suretiyle Yahudilerin ve Hristiyanların düştüğü yanlışa düşmüşlerdi. İhlas suresi âdeta tevhidin ne olması gerektiğini bildirmenin yanında bu tür yanlışların geçersiz ve batıl olduğunu da ifade etmiştir. Bunu Yüce Allah çok uzun cümlelerle değil, bir satırlık bir bilgi ile ifade etmektedir ki, Kur’an’ın mucizeliği de buradan gelmektedir. Buradaki mucize kısa ve öz bir anlatımla büyük hakikatlerin tam olarak ifade ve izah edilmesidir. (Bkz. Mâtürîdî, Te’vilâtü’l-Kur’an, nşr. Ahmd Vanlıoğlu, Bekir Topaloğlu, İstanbul 2010, XVII, 369-383)
* Prof. Dr., Uludağ Üniversitesi Kelam Anabilim Dalı Öğretim Üyesi