FARKLILIKLARIN BİR DAKİKALIK BİRLİKTELİĞİ
Kadri Akkaya, Fotoğraflar: İsabelle M. Beck

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Eldina, bu yirmi birinci defterim. “Kötülerin kazanması için, iyilerin seyirci olması yeter!” diye kim söylediyse, haklıymış. Bir de kötülerin niyet ve hedeflerini hukuka uydurarak onları haklı çıkarmada sayısız paradigmalar geliştiren düşünür ve aydınlar da cabası. İşte bu iki olgu seninle beraber binlerce insanımızın şehit olmasına öncü olanların İnsan Hakları Mahkemesi üzerinden adaleti sağlayacak kararlara bile engel oldu… Finansın kontrolü, dünyevi bilim ve teknoloji bugünün emperyalist güçlerinin, yani eski sömürgecilerin elinde. 1990’lı yıllarda Bosna’da; 2001’den bu yana da dünyanın pek çok yerinde sergiledikleri tutum; insanları Yaradan’ın emaneti birer özne gibi değil, aksine birer nesne gibi görerek, ötekileştirmeleri.

    Medeniyet tarihinden biliyoruz ki, kalemi takip eden kılıç, hele de her ikisi birden adalet üzereyse farklı kültürleri harmanlayarak medeniyet kurarken; kılıca itaat eden kalem ne kadar hukuk içinde olsa bile, hele bir de fıtrata ters bir şekilde kültürel farklılıklara adil değilse, en sonunda yepyeni tarif ve söylemlerle hiç çözülmez toplumsal sorunların sebebi olmuş.

    Çağımızın velut kalemlerinden bir filozofu geçen hafta kentin edebiyat evindeki okuma gününde dinlediğimden beri kızgınlığım devam ediyor. “Haksız mı kızıyorum?” diye kendi kendime soruyorum. Yok hayır; Zizek’in ne Sloven olduğu ne de kimilerince artık filozof olmaktan giderek uzaklaşarak bir pop ikonuna dönüştüğü eleştirilerinden ziyade, bu eski marksist düşünürün Avrupa’daki göçmenler ve mülteciler konusundaki son söyledikleri ve onun kültürel seçkinci yeni söylemlerine ve Avrupa merkezci bu düşüncelerine karşı dinleyicilerden köklü hiçbir çekincenin gelmemesiydi beni kızdıran. Canlı vücutlarını mecburiyetten zar zor Avrupa topraklarına ulaştırabilmiş mültecilerin, Batı‘nın kültürüne hiç itirazsız uyma yükümlülüğünün talep edilmesini savunanları destekleyici söylemleri gerçekten beni hayal kırıklığına uğrattı. Yani mültecilerin ve eskiden beri Avrupa’da yerleşik göçmenlerin farklı kültürel normlarıyla Avrupa‘nın kültürel normları karşılaştığı anda, Batı’nın kendi kültür normlarını hem de yapısal olarak korumaya hakkı var artık, dünyaca tanınan Zizek’e göre. Avrupa’nın o ünlü insani “farklılık içinde birliktelik” toplumsal ilke ve değeri yok sayılmıyor mu ki böylece? Yoksa bu artık sadece Avrupa içindeki diğer Batılı kültürlere aidiyetteki insanlar için mi geçerli?

    Toplumun kültürel homojenliğini savunmanın ya da çok kültürlü yaşama olumlu bakmaya karşı kavganın Avrupa’daki yükselişinde kuşkusuz en aydın bilinen Alman Habermas’dan Broder’e, Fransız Michel Houellebecq’e kadar kimi Avrupalı düşünürlerin Batı toplumlarının var olan demokratik kurum ve kazanımlarından gittikçe vazgeçmeye hazır olmasının da çok büyük payı var. Avrupa Birliği’nin merkez ülkelerinde bu durum son yıllarda kültürel ırkçılığın gittikçe artmasıyla daha da vahim hâle gelmiş durumda. Demokrasinin beşiği sayılan ülkelerde ırkçı ve kültürel ırkçı hareketler ciddi biçimde yükseliyor. Örneğin Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da ya da Hollanda’da kültür ırkçısı partilerin son yıllarda aldıkları oy oranlarındaki artış bu açıdan oldukça endişe verici. Almanya’da merkez siyasetin kimi ünlüleri bile aynı toplumda yaşayan farklı, özellikle de Türk veya Müslüman insanlara yıllardır “öncü kültür” dayatması yaparken; Romanya cumhurbaşkanı başbakan adayı olarak atanması gereken Tatar Müslüman kökenli siyasetçi Sevil Shahhaidi yerine -hem de ülkenin ve siyasetin teammüllerine ters bir şekilde- Alman kökenli başka bir Romanya siyasetçisine berat verebiliyor.

    Geçen yüzyılın sonlarında Avrupa‘nın vicdanlı aydınlarının dillendirdiği “Çokkültürlülük İçinde Birlikte Toplumsal Yaşam” ilkesine karşı bilinçli “Ötekileştirme Çeşitleri” o yıllarda ”yabancılar” ya da “Türkler dışarı, defolun!” söylemiyle kendini sokaklarda ve cami duvarlarında ifade ediyorken, şimdi artık, hem de çoğu aydınların ve toplumda saygın siyasilerin dilinde, göçmen Müslümanların “öncü kültürü” kayıtsız şartsız kabulü ve ona aidiyetlerini açıkca kamuoyuna deklare etmeleri olduğunu biliyoruz. Bu sebeblerden ve kanaat önderi aydınların da bunlara sessizce olurundan cesaretle, sadece 2016 yılında Avrupa’daki 137 mescide fizikî saldırı oldu.

    Sözde Özgürlükler Partisi başkanı Hollanda’da yapılan 2017 genel seçimlerinden başarı ile çıkması hâlinde Kur’ân-ı Kerîm’i yasaklayacağını ve camileri kapatacağını belirterek, bu vaadini seçim bildirgesine de kaydettirdi. Başörtüsü yasağının, helal kesim yasağının ve Müslüman erkek çocuklara sünnet geleneğinin hukuki kurumlarca ama adil olmayan bir şekilde yasaklandığı bir Avrupa’ya alıştık! Bu eğilim gittikçe bir stratejiye dönüşmüş durumda ve çoğu Batılı ülkede kalıcı hâle şöyle getiriliyor: Irkçı partilerin en uç noktaya kadar dillendirdikleri İslamofobik söylemler merkez siyasetçiler tarafından biraz daha yumuşatılarak, daha doğrusu toplumun eleştirel kesimini de alıştırarak yasalaştırılıyor. Marjinal grupların “nefret söylemi” yaklaşımıyla ele alınan İslamofobik, ırkçı politikalar zamanla merkez siyasetin gündemine geliyor ve ortalama Avrupalının da böylece kanaati yeniden şekillendiriyor. Yani İslamofobik ayrımcılığın sadece ırkçıların nefretlerinin dışavurumu bir tutum olmadığı, aksine bir araç olduğu ortaya çıkıyor. Asıl mesele İslamofobinin bizzat siyasal araç olarak planlanıyor, üretiliyor ve uygulanıyor olması.

    Merkez siyasetçilerin dillendiremediklerini, toplumun bilinçaltında var olan nefreti kışkırtarak yeniden formüle edip olağan hâle getiren bir strateji söz konusu. Ve bu strateji aşırı ırkçıların söylemiyle sınırlı kalmayıp artık gittikçe akademiyi, düşünürleri ve medyayı da içine alan toplumsal bir konsensüse dönüşüyor son yıllarda. Reconquista’nın beş asır sonraki kültür kodlarının yavaş yavaş dışa vurumu işte olan biten.

    Güya haksızlıkların ve adaletsizliklerin bertaraf edilmesi için kurulan Birleşmiş Milletler’in caydırıcılığı bile zalimlere bir sivrisinek rahatsızlığı kadar değil artık. Bunu Igman Dağı’nın altına tünel kazarak tam 1425 gün yaşam savaşı veren Saraybosnalılar ve tüm Bosna’da olduğu gibi “Srebrenitsa Cehennemi”nden kurtulan nadir birkaç insandan biri olarak ben de öyle görüyorum.

    Srebnetiza’dan Saraybosna’ya her kış mevsimi annemle akraba ziyaretine geldiğimizde yaptığımız gibi, o cuma gününün akşamına doğru annemin elimden tutup seni ilk gördüğüm o helva sohbetlerinin devamı olan sohbetlere artık beraber götürmeyeceği ve seninle de artık eskisi gibi görüşemeyeceğim kuşkusuna düşmüştüm. Teyzemle sohbete gitmeye hazırlanan anneme eskiden olduğu gibi onlarla beraber gitmek istediğimi söylediğimde: “Benim tatlı oğlum, kader senin boyunu küçük çocuk gibi küçücek yaratmış ama artık erişkin yaştasın. Seni artık hanımların helva sohbetine götürmem uygun olmaz. Adnan’ım, nasipse barış gelir, baban cepheden döner; onunla erkeklerin sohbetlerine gidersin.” demesi hâlâ kulaklarımda.

    Eldina! Hepimizin Sevdalinka’sı Saraybosna’nın Tepebaşına ile Odobaşına sokaklarının kesiştiği yere, 27 Auğustos 1995 günü atılan bomba ile ağır yaralandığında daha on iki yaşına yeni girmiştin. Kardeşin Sunaya ve ailenle Gorica Caddesi üzerinde mütevazi bir evde yaşıyordunuz. Çocuk bahçesinde arkadaşlarınla oyundayken acılı bir ıslık sesiyle düşen birinci bombadan kurtulup kaçarken hemen peşinden gelen ikinci bombanın patlayan parçalarının şahdamarını ezdiğini ve beş gün sonra da o nazik vücudunun şehit düştüğünü duymuştuk.

    Geçmiş yıllarda büyüklerin sohbetlerinde kulaklarımız onların anlattıklarını algılasa da göz ve kalplerimizle safça başka bir iletişim hâlindeydik. Kaset kolleksiyonumuzda Sevdalinka şarkılarında önemli artış olduğunu fark ettiğimizde ikimiz de sessizce susmuştuk. Aramızda şehirler vardı, her zaman birbirimizi görememek acı veriyordu. Aramızda ayrılık vardı, bir de şimdi ergenliğinizle aramıza yeni sınırlar da giriyordu. Bendeki bu nasıl saf bir tutkuymuş ki, Saraybosna’ya gelişimizin ertesi haftasında şehrin düşman güçlerce kuşatılmışlığına sevinir olmuştum. Sen bu şehirdeydin; annemle kuşatmadan dolayı Srebrenitsa’ya geri dönemeyecektik ve seninle görüşme imkânımız artmıştı. Çok sonra, aylarca bekleyişten sonra İgman Dağ’ının altından açılan Yaşam Tünel’inden babamın bizi gelip almasıyla kendi şehrimize dönmüştük. Anneme ve babaanneme babam: “Kışlar geçmiyor, sabah olmuyor / Gecenin içinden tekbir sesleri yükseliyor / Kış geceleri uzun, yol beni bekler / Ah anne imdada gitmeliyim / Beni çağırıyor yurdum / Dönmezsem bekleme anne / Gözyaşın sessiz aksın / Ve okuduğun Fatiha beni uğurlasın / Sadece son bir defa daha / Ezan-ı Muhammedi kanatlarıyla cennet kapılarının önünde beklerken / Bizim çarşımızın ramazan kokusunu algılamak isterim /*/… Sadece bir tek Bosna düşlüyorum / Sevdahlar ve eski şarkılarla kendimden geçtiğim / Beyaz caminin minaresinden yükselen müezzinin sesiyle / Özgür bir Bosna sabahına.“ diye yanık yanık söylediği Sevdalinka şarkısıyla veda etmiş ve gitmişti. Bu, dünya gözüyle onu son görüşümüz oldu.

    İslam coğrafyasının içinden modern Batı dünyasına karşı anlamlı ve cazip alternatif bir medeniyet teklifi pek yapılamadı. Tek tük yapılan olumlu tekliflerin geniş kamuoyuna duyurulması ve Avrupa’nın içinde adilce tartışılması ise hiç istenmedi. 1980’li ve 1990’lı yıllarda Aliya İzetbegoviç tarafından ciddi ve özlenen bir medeniyet teklifi, yani İslam medeniyeti ile Avrupa medeniyet coğrafyasının farklılıklarını reddetmeden çokkültürlülüğü beraberce yaşama teklifi ise hiç mi hiç istenmedi.

    Büyük Britanya Krallığı Başbakanı John Major’un kendi dışişleri bakanı Douglas Hougg’u bile hizaya çekici “Avrupa içinde muhtemel bir islami Bosna ve Hersek’in oluşması kesinlikle tolere edilmemeli!” direktifli mektubu kötülüklerin yayılmasına; dolayısıyla da azınlık olan iyilerin seslerinin çıkmamasına, zulmün devamına vesile oluyordu… Türkiye’den ve eski Yugoslavya’dan  1960’lı yıllarda Almanya’ya işçi göçüyle yerleşmiş duyarlı binlerce insanın Avrupa’nın taşıyıcı sütünlarından Almanya’nın eski başkentinde Saraybosna’daki Katliamları Protesto Mitingi ise Batı basınında ve kamuoyunda cılız bir ses olarak bile duyulmazken; çeşitli güvenlik kurumu dosyalarına endişe verici bir gelişme olarak kaydediliyordu.

    Şimdi, 22 yıl sonra, daha “kırkıma girmeden” yorgunluğu asırlık bir kalple seni sayıklıyorum, Eldina! Yine de umut var, hep olacak: Türkiye Kültür Bakanlığı’nın önderliği ve “Dünyanın İyiliği İçin Türkiye” destek fonunun yardımlarıyla “Bosna ve Hersek’in Kültür Varlıklarının Tamiri ve Korunması Uğraşında Uluslararası Akademik Dayanışma Toplantısı” vesilesiyle konakladığım otelin Milyatska Nehri’ne bakan odasındayım. El yazması eski eserleri tamir uzmanı sıfatıyla ortak sevdamız Bosna ve Hersek’in kalbi Saraybosna’dayım. Katılımcılara şehri gezdiren rehber bizleri senin ve seninle beraber şehit olan diğer masum çocukların bombalandığı çocuk parkına da uğrayarak o günü anlattıktan sonra, dünyanın farklı coğrafyalarından gelen çeşitli uzman katılımcıları “bir dakikalık saygı duruşu”na davet ettiği, yani o “farklılıkta bir dakikalık birlik” anında senin ve diğer şehitlerin ruhuna göderdiğim Fatiha’larla işte bunları da düşündüm. Akşam, bilge öncü İzzetbegoviç’in yoldaşı şair Cemalettin Latiç‘in kaleme aldığı “Srebrenitsa Cehennemi” adlı epik ve trajik o uzun şiirin, yani Müslümanların Balkanlarda maruz kaldıkları zulmün yeni bir sanat eseri olarak tiyatroya uyarlanmış şeklini izledik.

    Akademik toplantının konuya giriş konuşmasında anlatılanları şöyle not ettim: Balkanlar’daki en eski kütüphane olarak bilinen 480 yıllık Gazi Hüsrev Bey Kütüphanesi, bünyesindeki eşsiz el yazması eserlerle sadece Bosna ve Hersek’in değil, tüm Balkanlar’ın hafızası aslında. Bu eserlerin içinde el yazma en eski eser Gazzâlî’nin İhya Ulum ad-Din adlı eserinin dördüncü cildinin 1106 yılındaki nüshası. Saldırılardan kurtarılan bu kültürel zengin hafıza Bosna ve Hersek’in başkenti Saraybosna’daki tarihî Başçarşı’da hizmet vermeye devam eden kütüphane, bünyesindeki 10 binden fazla Arapça, Osmanlıca ve Farsça el yazması eserle insanlığın hafızasına katkıda bulunmaya devam ediyor. Şarkiyat Enstitüsü’nün içindeki 5 bin 240 el yazması eser bombaların verdiği yangında yok olmasaydı onlar da o hafızada yer alacaklardı. 25 Auğustos 1992 günü Millî Kütüphane özel ve bilinçli olarak atılan bombalar ile yakıldı. Onbinlerce eski yazma eser yandı, yok oldu. 25 Auğustos 1992 günü Bosna Millî ve Üniversite Kütüphanesi top ateşine tutuldu ve yakıldı. Yangından önce kütüphanenin 155 bini nadir basma ve el yazması eserleriyle toplam bir milyonun üzerinde kitabı vardı. Bombalamanın etkisiyle oluşan yangından etkilenmemiş kitapları kurtarmaya çalışan kütüphane görevlilerinden Ayda Buturoviç pusudaki Sırpların uzun namlulu tüfeklerinden atılan kurşunlarla öldürüldü. Bu yangından üç ay önce Balkanların en zengin Musevi ve İslam el yazma eserlerinin olduğu Saraybosna Şarkiyat Enstitüsü ve Kütüphanesi fosforlu bomba saldırısına uğramış ve yakılmıştı. Yanan nadir eserler arasında yedi bin Osmanlıca belge, kadastro kayıtları, toplam 5263 adet ciltli nadir el yazmasının da olduğu millî ve insani kültür mirası yok oldu.

    Şimdi, bomba ve çıkan yangından etkilenmiş kültür mirasının restorasyonunda belli bir uzmanlık sorumluluğundayım; geleceğimiz için geçmişimize vefa ödevindeyim yani. Hayatta kalışımın hikmeti buymuş demek ki, Eldina!

    Tüm bunlar etnik temizlik ve yok etmenin kültürel bir ırkçılık ile devam ettiğini ve amacının Bosna ve Hersek’te “öteki” yapılmak istenen bir kültürün, kültür varlıklarının kalıcı bir şekilde var olmasının önüne geçme statejisiydi, kuşkusuz ki. Yani çokkültürlü ve hoşgörülü geçmiş toplumu yok etme, onun kültürel kurumlarını ve ortak belleğini yok etme eylemiydi. Gaddarlık sırf insana ve canlılara karşı değilmiş. Örneklerden biri: Gazi Hüsrev Bey külliyesi yanında yaptırmış olduğu kamuya açık, temizlik ve taharet için Avrupa kıtasının su bağlantılı ilk tuvaleti bile bombalarla yerle bir edilenlerden.

    Srebrenitsa bir sembol: Prijdor, Sanski Most, Vişegrad ve diğer yerlerdeki nice katliamların da sembolü. İlginçtir ki, zamanında antisemitizm Yahudilerin yaşadıkları Avrupa toplumu içinden yok edilmeleri ya da uzaklaştırılmaları ile sonuçlanmıştı. Bosna’da da yapılan Avrupa coğrafyası içinde Müslümanların çoğunlukta olduğu ve Avrupa devletleriyle aynı göz hizasında bir devleti engellemekti. Şimdi de mülteci ve göçmenler bağlamında tüm Avrupa’da “İslam korkusu” pompalanırken benzer bir süreç, yani Müslümanların Batı’dan çıkartılması hedefine doğru işletiliyor olmasın? Batılı toplumlar içinde yaşamak durumunda kalan Müslüman azınlıklara duyulan anlaşılabilir bir tepkiden öte bir durum yeni gelişmeler. Tarihî kökleri var olan ve kültürel-dinî muhtevaya sahip İslamofobi artık yeniden üretilen bir siyaset biçimi. Bu siyaset biçimi, son dönem yaşanan gelişmelerle birlikte artık Batı’nın özgürlükçü olmakla övündüğü değerlerini aşındırmış İslamofobik bir mahiyet aldı. Mesela artık helal kesim farklı bir kültürel azınlığın inançlarının gereklerinin yerine getirilmesi olmaktan çıkarılarak hayvan haklarına indirgendi. Yahut başörtüsü meselesi dinin vecibesini yerine getirmek isteyene verilmesi gereken hak sayılması gerekirken, köktencilik hatta terörizm simgesine indirgenerek yasaklanmaya başlandı. Bu durum yeniden üretilen nefretin siyaseten tanzim edilmesi aslında.

    Barış, özgürlük, güvenilirlik, hakikat, adalet, dürüstlük, insan hak ve onuru gibi kavramlar insanlığın her çağda değer verdiği; İslam medeniyetinin de yücelttiği idealleri ifade eder. Bu değerlere saygılı olan, dinî mirası bu değerler üzerinden okuyan ve yaşayan, insanlığa bu ülküleri vadeden bir komşuluk, toplumsal yönetim ve zihin faaliyetini sabırla yaşayarak geliştirdiğimizde çoğu şeyin düzelmeye başladığını da göreceğiz. Geçmiş tarihî tecrübeleri de unutmadan.
    Savaş sırasında, 1425 gün boyunca kuşatma altında tutulan Saraybosna’da, seninle beraber tam 2 bini çocuk olmak üzere 11 bin 541 kişi öldürülmüş, Eldina! Markale pazar yerindeki katliamda en yakın arkadaşlarını kaybeden, hani bahçesinden biz çocuklara turfanda hıyarlar ikram eden komşun Remzi dedeyi de gördüm dün. Yıllar sonra zor tanıdım. Aynı katliamda yaralanarak sağ kurtulan, Hacı Sinan Tekkesi yakınlarında oturan Akif amca ile beraberdi. Saldırıda kaybettiği kız kardeşi Zahida‘yı ve diğerlerini rahmetle anarak vedalaştık. 68 kişinin hayatını kaybettiği o ilk katliamdan sonra 28 Ağustos 1995’te ikinci bir katliam daha yaşandı. Sırp birliklerinin havan topuyla ikinci kez vurduğu pazar yerinde 43 kişi hayatını kaybetmiş, 75 kişi de yaralanmıştı. Bu ikinci katliama kadar NATO güçleri Saraybosna’yı kuşatan Sırp askeri birliklerinin konuşlandığı noktaları bombalamayı erteleyerek, savaşın devamına, dolayısıyla on binlerce insanın ölmesi ve yaralanması zulmüne de fırsat vermişti.

    Birleşmiş Milletler’in ne 16 Nisan 1993 günkü 819 nolu ne de 6 Mayıs 1993 tarihli ve 824 nolu kararları Sırplar’ın saldırılarını caydırıcı nitelikte oldu. Sırp ordusunun on beş bin kişilik Drina Birliği Srebrenitsa ve diğer yerlerde kıstırılan Müslümanlara saldırıları durmadı. Temmuz 1995’de ise en korkunç olay, emanete hıyanetin tarihdeki çok kötü bir örneği gerçekleşti: Evrensel değerler ile dünyanın gündelik emirleri arasında kalan adalet ve emanete hıyanet ise BM‘nin Hollandalı askerlerinin göz yummasıyla yaşandı. 20 binin üzerindeki sivil Boşnak 11 Temmuz günü ve akşamı ve de ertesi gün, erkekler bir yana; çocuk ve kadınlar bir başka yana olarak hem de en ceberrut bir şekilde ayırtıldılar; kapalı salonlara ve eski bir çinko fabrikasına hapsedildiler. Boyumun küçüklüğünden çocuk sanılarak kollarımla korumaya çalıştığım beyaz tavşanımla beraber kadın ve çocuk grubunun içine itiklendim… O işkence ve tecavüzleri keşke hiç görmeseydim. Bizi 11 Temmuz’da Sırp askerlere teslim eden Hollandalı askerler, 14 Temmuz günü güya bizi tekrar korumak için Srebrenitsa’da arayıp bulamadığında aslında biz cellatlarımızın elinde, fabrika içlerinde ve spor salonlarında katlediliyor, işkenceye uğruyor ve toplu mezarlara dolduruluyorduk. Erkeklerin hepsi Bratunac’ın kuzeyinde katledilerek şehit olmuşlardı. Şimdiye dek gizli toplu mezarlardan çıkan şehit sayısı 8372. Katliamdan bu yana hâlâ izi bulunamayan 1372 insandan biri olabilirdim, Eldina! Demek ki yaşamamın bir hikmeti var: Ben o hikmeti geçmişimize vefa ödevimde görüyorum şimdi. Hem Saraybosna’yı hem de kimliğimizi inşa edenler Gazi İsa Bey İshak Begoviç’den Bosna ve Hersek’i yeniden kuran Cumhurbaşkanımız Aliya İzetbegoviç’e kadar tüm öncülere ve eselerine vefa: Onlar yeryüzüne şehir kurarak çıkmış, yayılmış bir dinin mensuplarıydı. Ve şehir de medeniyet demekti. İsa İshak Bey tarafından kurulmuş şehir bize emanet: Cami, medrese, kütüphane, hamam, imaret, misafirhane ve bedesten, yani çarşı. Saraybosnalının deyişiyle başçarşı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve sosyalist rejim dönemlerinin sırtına yüklediği kamburlara rağmen başçarşı hâlâ Osmanlı mimarisini hatırlatan bir silüetle duruyor. Sırplar bile son kuşatmada yok edemedi ama ancak Avrupa’nın görülmeyeni olarak yaşamasına müsaade edilmiş. Bundan dolayı da şimdi biraz Avrupa’nın dışarısında bulunuyor, yani kendi kimliği ile diğer devletler gibi eşitçe Avrupa’nın içinde değil. Tıpkı Almanya’daki 3 milyon, Fransa’daki 6 milyon Müslüman nüfusun, toplumun diğer kesimlerine göre eşit ve adil bir toplumsal katılım içinde ol(durul)madıkları gibi.

    Tüm İslam topraklarında olduğu gibi, bu kadim şehirde de küçük bir alan içinde her kutsal dinin mabeti yüzyıllarca yan yana oldukları gibi bugün de yan yana. Başçarşı bitişiğindeki cami; oraya çok yakın Katolik katedrali, Ortodoks kiliseleri ve Musevi mabedi asırlarca farklı din ve kültür aidiyetindeki insanların barış içinde yaşadıkları bir zamana Saraybosna’da hâlâ şahitlik yapıyorlar. Belki de bu yüzden “Avrupa’nın Kudüsü” diye adlandırılan bu kent, kimilerince Avrupa’da istenilmeyen bir toplumsal yaşam biçimine örnek olarak görüldüğünden tümden yok edilme hedefiyle saldırıldı.

    Boşnakların, Avrupalı Müslümanların onur ve haklarının savunucusu; bilge öncü, Bosna ve Hersek’in ilk cumhurbaşkanı Aliya İzetbegović’in Kovaći Şehitliği’ndeki geçmişle geleceğin buluştuğu kabri ve bir kartal yuvası yüksekliğindeki Sarı Tabya şimdi bu kadim medeniyet şehrine bekçilik yapıyor.