HEGEL’DE DOLAYIM KAVRAMI
Terry Pinkard*
Hegel’in tüm felsefesi merkezî bir kaygı1 etrafında kurulmuştu. Bu gezegende yaşayan tüm canlı türleri arasında en tuhaf olanı biziz. Bizi böylesine farklı kılan da şu “olduğumuz türün” ne anlama geldiğine yönelik özümüzden gelen meraktır ve bu merakı taşıyan tek tür de bizizdir. Biz özsel bir merakla insan olmanın ne demek olduğuyla ilgileniyoruz. Yunus, kurt ve filler gibi bizim dışımızdaki diğer bazı türler de tıpkı bizim gibi zekâ sahibidir ve toplumsal bir yaşam sürerler. Hatta bizlerin yapamayacağı bazı şeyleri bile yapabilirler. Ama onlar kendileri üzerine bizim kendi üzerimizde yaptığımız türden düşünmezler. Yunuslar “yunus olma”nın ne demek olduğunu sorgulamazlar ya da “yunus olmaklık”ın gerçek anlamına uygun olup olmadıkları hakkında kaygılanmazlar. Onlar dünyada daha az yunus olursa veya daha çok yunus olursa daha mı iyi, yoksa daha mı kötü olacağını düşünmezler. Ama biz bunları düşünür ve sorarız, çünkü bizde başka hiçbir canlıda olmayacak türden bir kendilik bilinci [self-consciousness] vardır.
Hegel bu noktaya, bizi Geist olarak tanımlayarak dikkat çekmişti. Bu Almanca kelime hem ruh hem de zihin anlamına gelir. Bu tanımlama Hegel’in insan türünü yalnızca hayat sahibi olarak değil, aynı zamanda kendilik bilincine sahip bir varlık olarak tanımlama tarzıdır. Dahası bu kendilik bilinci bize, insanımsılar [hominid] olarak yalnızca biyolojik yaşamımıza eklenmiş bir şey değildir. Kendilik bilinci bizi canlı primat olmaktan, bizdeki diğer her şeyi değiştirecek ruhsal duyuşa sahip, kendinin bilincinde olan insan olmaya dönüştürmüştür.
Hayat kavramı bizatihi, canlı varlıklar için şeylerin yararlı veya zararlı olabileceği olgusu üzerinden tanımlanır. Belirli bir yaşamsal ortamda varlığını sürdüren bir hayvan veya bitkinin, bu ortamın ciddi biçimde değişmesiyle ölüp gitmesi olasıdır. Canlılar hastalanabilir, bazı şeylerden olumsuz yönde etkilenebilirler. Ama mesela bir kaya hastalanmaz. Bir kaya yalnızca kayadır; daha iyi veya daha hakiki bir kaya olmasının imkânı yoktur. Bu hususlar bizim için de geçerlidir. Aynı şekilde biz de doğru beslenmediğimizde, temiz hava ve suya ulaşamadığımızda işler bizim için de kötüye gider. Ama kendilik bilincine sahip varlıklar olarak bize şeylerin iyi veya kötü gelebilmesi diğer tüm canlılarda olandan farklı bir tarzdadır. Bizim için yalnızca sağlıklı ve iyi beslenmiş olmak söz konusu değildir, aynı zamanda biz iyi ebeveyn, iyi kardeş, iyi devlet adamı, iyi tesisatçı, iyi bir arkadaş vs. olabiliriz. Aynı şekilde arkadaşlıklarımız yüzünden kötü hissedebilir, mesleğimizde, işimizde başarısız olabilir ve iyi veya kötü birer eş olabiliriz; dolayısıyla işler bizim için bu anlamda da kötü gidebilir. Felsefenin tüm büyük soruları nihayetinde şu soruya döner; “Kendilik bilinciyle sürdürülen bir yaşam nedir?” Bu büyük sorulara verilecek yanıtlar eninde sonunda kendimiz hakkında edindiğimiz bilgiye ihtiyaç duyar.
Tam da bu nedenle Hegel kendimizin ne anlama geldiğini kavramak için “dolayım [mediation] sorununun” hayati bir önemde olduğunu düşünür. Bizim için oldukça önemli olmalarına rağmen biz, “iyi ebeveyn” ve “iyi arkadaş” olmanın ne demek olduğunu kendiliğimizden bilemeyiz. Bunu başkalarından öğrenmek zorundayız, tıpkı başkalarının da bizden öğrenmek durumunda olduğu gibi. İşte tüm bu durumlarda bu türden bilgilerin –mesela “iyi arkadaş” olmanın ne demek olduğu bilgisinin– dolaylı bilgiler olduğunu; başkalarının dolayımından geçen bilgiler olduğunu söyleriz. Bu durumda bilgi, belirli diğer kişilerin ve toplumun dolayımından geçmiştir. Peki bu dolayım tam anlamıyla ne demektir ve böyle bir dolayımdan geçmemiş bir şey var mıdır?
Bu şekilde doğrudan, dolayımsız elde edilen bilgiler varsa bu, o bilgiyi bir başka şeyin bilgisini edinmek zorunda kalmadan elde ettiğimiz anlamına gelir. Genelde biz bir şeyi bildiğimizi dile getirdiğimiz zaman o şeyi, başka bir şeyi de bildiğimizi düşündüğümüz için bildiğimizi fark ederiz. Bize “Buzdolabında meyve suyu var mı?” diye sorulduğunda mesela; “Evet, var.” deriz; bunu biliyoruzdur, çünkü meyve suyunu alıp dolaba koyduğumuzu biliyoruzdur, ayrıca kimsenin dolabı açmadığını, bir başkasının meyve suyunu oradan almadığı sürece onun orada duracağını da biliyoruzdur, dolayısıyla meyve suyunun dolapta olduğunu biliyoruzdur. İşte bildiğimiz her şeyin bu bağlamda dolayımlı olduğu açıktır.
Ama dolayımsız, doğrudan bilebildiğimiz bazı şeyler de var gibidir. Mesela yaşadığını biliyorsun. Ama bunu nasıl bilebiliyorsun? Evet bunu sadece yaşadığından, canlı olduğundan biliyorsun. Eğer canlı olmasaydın bunu bilemezdin (aslında asla bunun farkında olmazdın). Aynı şekilde işte şimdi ve burada bazı şeyleri gördüğünü ve işittiğini de biliyorsun, yine onların yalnızca senin gördüğün ve işittiğin şeyler olmakla kalmadıklarını, onların o oldukları şeyler olduklarını da biliyorsun. Hegel bu bilmenin tüm eylemlerimize nasıl yayıldığına değinmişti. Biz bir şey yaparken, ne yaptığımızı biliriz. Üstelik bunu hiçbir çıkarıma ya da gözleme gerek duymadan biliriz. Kendilik bilincimiz tüm eylemlerimizde mevcuttur. İşte bir örnek; şimdi senin bu makaleyi okurken arkadaşının sana bir mesaj gönderdiğini var sayalım; arkadaşın sana basitçe “Ne yapıyorsun?” diye soruyor. Bunu hemen “Hegel hakkında bir makale okuyorum.” diye yanıtlarsın; işte bunu doğrudan, dolayımsız bildiğini söyleyebiliriz. Bu durumda sen aynı zamanda ne yapmadığını da dolayımsızca, doğrudan bilirsin; makale okuyordun ama mesela duş almıyordun; yemek pişirmiyor, paraşütle serbest dalış yapmıyor veya bahçe işleriyle uğraşmıyordun. Anılan durumda senin kendini yoklaman ve ne yaptığını sorgulaman gerekmedi. Hegel hakkında bir makale okuyor olduğun bilgisini çıkarmak için bir dolu veriye ihtiyacın yok; bunu öylece bildin.
Hegel bunu kendilik kesinliği [self-certainty] olarak adlandırır. Birçok alanda, aslında eylemlerimizin gerçekleştiği her yerde bu türden bir kendilik kesinliği vardır. Çoğaltılabilir olan bu örneklerdeki sorun en âlâsından felsefi bir sorundur. Ne düşündüğümüzü aktarmaya başladığımızda, diye iddia eder Hegel, hakkında bir kendilik kesinliğine sahip olduğumuz şeylerde bile bin bir zorlukla karşılaşır, hatta kendi kendimizle çelişkiye düşeriz. “Evet işte burada, işte şunun kesinlikle farkındayım.” gibi bir şey söylediğimizde bile, bunun hakkında çelişkiye düşer kalırız. Bu durumda sana “Hangisinin?” diye sorulduğunda “Şunun işte, şuradakinin.” diye yanıtlarsın ama muhatabın senin kastettiğinden başka bir şeyi işaret ederek tekrardan “Şunu mu diyorsun?” diye sorar. Sen de geri döner, bu kez biraz sertçe “Hayır, şunun, işte şurada olanın.” diye işaret edersin. Ta ki arkadaşın yine senin gösterdiğinden farklı olan, bulunduğunuz ortamda “şu” olarak yorumlanabilecek başka bir şeyi gösterene kadar. Bu durumda artık “işte şu, şuradaki” gibi kelimelerle yetinirsen meramını anlatamayacağını anlarsın. Burada “şu küçük, yuvarlak ve yeşil olan” gibi başka kelimeleri devreye sokmak durumundasın. “Şimdi burada, işte şunun farkındayım.” gibi basit ve basmakalıp şeyler bile birçok dolayımı içeren bir yapı kazanır. Aslında bilgimizi pekiştirmeyi denediğimiz her bir adımda kendimizi, bilmek zorunda olduğumuz başka şeylere doğru itilmiş buluruz.
Peki, nedir bu itilme? Aslında bu, şu demek; biz kendinin bilincinde varlıklar olarak ne yaptığımızı düşünmeye başladığımızda çelişkiye düşeriz ve kendi kendimizle çelişmeye başladığımızda artık ne kendimizi ne de başkalarını anlamlandıramayız. Kendi kesinliğimiz hâlâ varlığını sürdürse de artık onun gerçekliği üzerine düşünemeyiz. “Şunu veya bunu yapıyorum.” gibi bir konuda kesinliğe sahip olabilirim ama kendim hakkında düşündüğümde [reflection] bu kaya gibi kesinliğin gerçekten doğru olup olmadığını sorgulamaktan ve kendi kesinliğimi gerçeklikle nasıl uzlaştıracağımı düşünmekten kendimi alamam. Hatta kendi kesinliğimden bile kuşkulanmaya başlarım.
Her şeye rağmen, bu bir huzursuzluğa yol açsa da kendimizi, en azından kendimizi dolayımsızca biliyoruz, diyerek avutamayız. Benim kendilik bilincim, kendimin; başkalarından soyutlanmış olarak kendimin bilinci değildir. Kendimi sadece başkalarının benim hakkımdaki bilgileri üzerinden bilirim; diğer kendinin bilincindeki varlıklar da kendilerini benim tarafımdan biliniyor olarak bilirler. O hâlde bizim kendilik bilincimiz diğer kendilik bilincindeki insanların dolayımdan geçer. “İçimizdeki” birçok düşüncede bile çoktan kendimizden “dışarıya”, bizi bilen diğer bilinçlere çıkmışızdır. Kendim hakkındaki kesinliğim bile böylece diğerlerinin dolayımından geçer. Kendilik kesinliğinin gerçekliğine yönelen bu türden bir kaygı bizi, kendilik kesinliğini her açıdan düşünmeye sevk eder. Hiç kimsenin benim içsel yaşantımın nasıl olduğunu gerçekten bilmediğini düşünmek ve dolayısıyla benim de kimsenin içsel yaşamının nasıl olduğunu bilemeyeceğim sonucunu çıkarmak muhtemelen kolaydır. Böyle düşündüğümüzde kendimizi diğer herkesten ayırmış ve kendimizi diğerlerinden metafiziksel açıdan yalıtmış oluruz. Bizzat Hegel böyle bir çıkarımın bizi çıkmaz sokağa sokacağını düşünmüştü. Diğerlerinden bu şekilde yalıtılmış içsel bir yaşamın aslında sağlam bir ruh demek olduğu düşünülebilir ama böyle bir yaşamın hiçbir anlamı olmazdı, bu tek başına bırakılmış yaşam küle dönen bir köz gibi söner, yalnızca bir kez çınlayan bir zilin sesi gibi yavaşça diner ve nihayet buharlaşıp uçardı. Tüm kısırlığına rağmen, bu şekilde kurulmuş bu boş kendilik kavramı, insanları buna göre yaşamayı denemekten alıkoyamıyor.
Kendimiz hakkındaki bilgimizin bu derin dolayımlı yapısı nedeniyle, bu bilginin doğumunda aynı zamanda bir çatışma da meydana gelir. Birçok diyalektik momentin bu türden bir dolayımda kıvrıldığı, çok katmanlı hâle geldiği kolayca görülebilir. Eğer ben kendimi yalnızca, senin benim kim olduğumu bilmen üzerinden biliyorsam ve sen de kendini yalnızca senin benim tarafımdan bilindiğini bilerek bilebiliyorsan, o hâlde senin kendini benim seni bildiğim üzere bilmen demek, benim kendimi, benim tarafımdan bilinen olarak senin kendini bilmen üzerinden bilmem demektir. O hâlde artık ben, “senin tarafından bilinen olarak kendini bilen ben tarafından bilinen seni bilen ben”den başka bir şey değilim ve bu sonsuza kadar gider. Bu sarmal nerede sona erer? Bu noktada insan “Sarmal benimle bitiyor; şimdi sana neyi bildiğimi söyleyeceğim ve sen de bunu bildiğini kabul edeceksin.” demeye ayartılır. Bu ayartma tam da insani kendilik bilincinin doğasında kurulmuştur ve insan tarihinin alamet-i farikası olan otorite ve hakikat kavramları üzerinde derin bir çatışmaya yol açar. Bu çatışma sık sık kızgınlık, incinmeler ve şan şeref arzusu gibi dürtüler tarafından bastırılmışsa da çatışmanın kökleri insani etkinliğin yapısındadır. Kendimiz hakkımızdaki bir bilgi olarak görülen şeyin diğerlerinin dolayımından geçmiş olması ve bu karşılıklı dolayımı durdurma otoritesi kimdedir sorusu ilk başta çaresizlikten başka bir şey getirmeyecek bir sorun olarak görülür. Zira yalnızca güçlü olanlar ve dolayısıyla güçlü görünenler kendilerini otorite sahibi olarak ilan edebilir, diğerlerine düşen de buna itaat ya da isyan etmektir. Eğer çatışma insan varoluşunun zorunlu bir parçasıysa, tamamen ahlaki bir yaşam olasılığı da öyledir. Eğer benim kendime dair bilgim, senin benim hakkımdaki bilgini bilmem üzerinden harekete geçiyorsa –ve aynı şekilde senin kendine dair bilgin, benim senin hakkındaki bilgimi bilmen üzerinden doğuyorsa– buradan ikimiz arasında eşit ve özgür, yani dostluk ve sevgi kavramlarına dayanan bir karşılıklı olma gerçeği ve olanağı çıkar. Diğerlerine bu şekilde karşılıklı ilgiyle, önemsemeyle yaklaşan insanlar samimi bir yapı kurarlar. Bu yapıda çatışma yumuşatılmış ve kişinin gerçekten kim olduğunun, yani kişinin gerçekte kim hâline geliyor olduğunun ölçütü olacak bir kendilik bilgisi edinilmiştir. Bu yüzden sevgiden ve dosttan yoksun bir kişi, kendisine dair kökünden yanlış kurulmuş bir kavramla sürdürülen bir hayat yaşamıştır.
Sevgi ve dostluk hakiki insan varoluşunun olanaklarının bir kutbu ise, diğer kutup da adalet ve yurttaşlıktır. Adil kimse diğer insanlara, onlar dostları olmasalar bile dostlarıymış gibi görerek dürüst davranır. Düzenli toplumlarda adalet insanlar arasında bir bağdır ve yalnızca bir dizi kurala indirgenmez; her ne kadar adil bir toplum, insanların birbirlerine uygulayacağı adil kurallar kurmak için adil insanlara ihtiyaç duysa da. Hegel modern dünyada insanların karşılaştıkları temel sorunun tam da burada, yani bir yanda dostluk ve sevgi, diğer yanda adalet ve yurttaşlıktan oluşan iki kutupta yattığını varsayar. Biz modern insanların, diye düşünür Hegel, üzerine durduğu zemin kapitalizmin zeminidir, kapitalizmde de herkesin dostluk duygularını yitirmiş, adaletsiz rakiplere dönüşme tehlikesi vardır. Hegel salt rekabetçiliğin hüküm sürdüğü bir toplumdaki bu acımasız etkiye “sivil nitelikli bir toplum”un kurulmasıyla set çekilebileceğini düşünür. Ona göre bu yapıdaki bir toplumda karşılıklı saygı ve çeşitli aracı kurumlar (yarı özel ve yarı kamusal) bu set vazifesini görebilir. Bizce sorunu doğru olarak tespit etmişse de Hegel’in sonuçlar açısından oldukça iyimser olduğu açıktır.
İnsan varoluşu böylesine derinden dolayımlı olduğu için, siyasal/toplumsal yaşamdan daha fazlası olan insan kavramı üzerine düşünecek üç farklı düşünme tarzı daha vardır; sanat, din ve felsefe. Sanatta ikinci kişilerle, yaşamın asli meseleleri hakkında duyarlı bir iletişim gerçekleştirebiliriz. Sanatçı yalnızca kitleleri değil, doğrudan sana sorarak, seni insan olmanın ne anlama geldiği hakkında düşünmeye yönlendirir. Böylece sanat eseri sen, sanatçı ve diğerleri arasında dolaşmış, dolayımlanmıştır. Dine gelince, dindar bir topluluktaki insanlar, yaşamdaki tanrısal etki üzerine yalnızca kitle olarak değil, karşılıklı olarak birbirlerine de hitap ederler. Dinsel bir etkinlik mensuplar arasında bir dolayımdır. Hegel’e göre bu üçü arasında en yüce olanında, yani felsefede filozof okuyucusunu veya –Sokrates’in Atinalılarla yaptığı gibi– konuştuğu muhatabını, yaşamın diğer tüm etkinliklerinde var olan derin metafiziksel ya da mantıksal meseleleri düşünmeye yönlendirir.
İnsan yaşamında böylesine yoğun olan dolayım, diye akıl yürütür Hegel, tarihe de uzanmıştır. Hepimiz insani zamanın kesintisiz halkalarıyız. Zamanın akışında her birimiz kendimizi özel bir noktada buluruz. Bu noktada geçmişimizi, şu ana ait bir yığın sorumluluk ve ödevlerimizi, günlerden bir gün hiç birimizin artık olmayacağı geleceğe dair tasarıları yüklenmişizdir. Dostluk ve sevgi, adalet ve yurttaşlık; bunlar bize hakiki bir insan yaşamının nasıl olması gerektiğinin resmini çizer, aynı şekilde bu kavramlar bize insani özgürlüğün nasıl olması gerektiğine dair büyük resmi sunar. Tarih hem insani emellerin hem de bunlardaki derin ve onur kırıcı insani başarısızlıkların hikâyesidir. Ama bu yüzden, belki de buna rağmen, tarihin nadiren etkili olsa da her birimizin görebileceği kılavuzluk eden bir amacı vardır; adil ve özgür bir dünya kurmak. Aslında geri dönüp tarihin felaketlerine baktığımızda belli belirsiz de olsa bir ilerleme hikâyesi fark edebiliyoruz. Bir zamanlar yalnızca bir kişinin, bir kral ya da kabile önderinin mesela, gerçekten özgür olabileceğini düşünmüştük. Sonraları en azından birkaçımızın, her türden tipik aristokrat erkeklerin mesela, özgür olabileceğini düşünmek durumunda olacağımız bir seviyeye ilerledik. Bugün modern dünyada artık özgürlüğün yaşayan her insanın asli özelliği olduğunu düşünüyoruz. Modern dünyadaki devrimlerin tamamı bu kışkırtıcı fikirle; özgürlük olarak adalet kavramıyla ilişkilidir, kendini bu kavramla dayatan buhranlar felsefenin kavramaya çalıştığı bu hikâyenin bir parçasıdır. Dolayımın bu sıkı örülmüş ağından azade olabileceğimizi ve hiçbir şeyle bağlantısız, tamamen kendi başımıza kalabileceğimizi düşünmek hata olur. Dostluktan nasibini almamış insanların samimi ortamlardaki karşılıklı olma ilişkilerinden mahrum bir hayat sürmesi gibi, ölüm saçan bir fanatiklikte yaşayan insanlar da siyasal alandaki karşılıklı oluştan mahrum bir yaşam sürer. Oysa bunların tamamı Hegelci bir filozof için tıpkı öğütülmüş tahıl için değirmenin icrası gibi faydalı şeylerdir.
* Dünyadaki önde gelen Hegel uzmanlarından biri olan yazar Georgetown Üniversitesi felsefe bölümünde öğretim görevlisidir. Hegel ve felsefesi üzerine birçok kitabın yazarı olan Pinkard, Hegel’in Phänomenologie des Geistes adlı eserinin İngilizceye en güncel çevirisini yapmıştır. Hegel: A Biography adlı eseri Türkçede Hegel (İşbankası Yayınları, 2012) ismiyle yayımlanmıştır.
1 Burada “kaygı” diye çevrilen “worry/to worry about” kelimesinin kökeninde “merak, ilgi” anlamları da vardır. Tıpkı Türkçeye yalnızca tasa, dert gibi olumsuz anlamlarıyla geçen Farsça “endişe” kelimesinde ve aynı şekilde Arapçadaki “fikir, efkâr (çoğ.)” kelimelerinde olduğu gibi.