İSLAM’DA NAZARİ GELENEKLERİN TEŞEKKÜLÜNDE VAHİY ÜZERİNDEKİ TARTIŞMALAR:
NÜBÜVVET MESELESİNE ZEYL!
Sabah Ülkesi’nin önceki sayısında dinî düşüncede nübüvvetin merkezîliği üzerinde durmuştuk. O yazının bazı yönlerini ikmal, ikinci olarak dinî düşüncenin ana karakterine değinmek üzere vahiy bahsini -ortaya çıkardığı tartışmalar ekseninde- ele almak gerekti: Buradan hareketle vahyin İslam’da ortaya çıkan nazari geleneklerin şekillenmesindeki rolünü anlamaya çalışacağız. İslam vahiy merkezli bir din olduğuna göre ortaya çıkan nazari ihtilaflar “vahiy” üzerindeki tartışmalarla şekillenmiş olmalıdır.
İslam’da ilk ciddi ihtilaflar son halifeyle birlikte başlamıştır. Meseleyi daha ileri taşıyarak Hz. Osman’ın dönemini de buna katanlar olsa bile, büyük çatışmalar ve savaşlar Hz. Ali döneminde yaşandı. Hz. Ali ile Muaviye arasındaki savaşlarla siyasi ihtilaflar teolojik mahiyet kazanarak vahiy ve onun yorumu meselesine döndü. “Büyük günah” meselesi İslam içindeki ilk ciddi teolojik tartışma olarak kayıtlara geçti. Tartışma teolojikti; çünkü burada imanın sınırlarının çizilmesi, iman amel ve ahlak ilişkisinin ele alınması söz konusuydu. Her şeyden önce Tanrı’nın kudreti, ilahî irade, insanın özgürlüğü gibi sorunlar vahiy yorumu meselesi olarak ortaya çıkacaktı. Ancak daha büyük tartışmalar, vahyin bizzat kendisiyle ilgiliydi. Tartışmaları başlatanlar Mutezile idi. Mutezile’nin Müslümanların düşünce hayatına ne kazandırdığı hakkında tereddütler olsa bile akla gelen ilk şey, akılcı bir dinî düşünce geliştirmedeki ısrarlarıydı. Mutezile kelamcılarının Hristiyan ilahiyatından doğrudan etkilendiğini kabul etmek gerekir. Hz. Îsâ’nın tabiatı üzerindeki tartışmalar Müslümanları ilahî kelam üzerinde genel bir teori oluşturmak üzere zorunlu bir tartışmaya çekecekti. Hz. Îsâ’nın “kelime” olarak isimlendirilmesiyle ilahî kelam üzerindeki tartışmalar irtibatlıdır. İlahî kelam ezelî ve kadim ise o zaman Hz. Îsâ’nın da kadim olabileceğini kabul etmek tutarlılığın gereğidir. Mutezile bilginleri buradan hareketle önce ilahî kelamın kadim olmayacağı fikrini savunmaya başladı. Bunu temellendirmek için ise ilahî sıfatların kadimliği fikrini reddettiler. İlahî kelamı yaratılmamış kabul ettiğimizde, ortaya çıkabilecek ciddi sorun kadim Allah ile irtibatımız meselesiydi. İlahî kelam öteki yaratılmışlar gibi belirli bir nedensellik içerisinde ortaya çıkan bir metin olarak mı görecektik, yoksa kelam herhangi bir yaratılmış ile ontolojik bakımdan tamamen ayrı bir sevide mi ele alınmalıydı? Dinî düşünce vahiy ekseninde kurulacaksa, vahyin mutlak üstünlüğünün temin edebilecek bir teori kaçınılmazdı.
Mutezile ilahî kelamı kadim saymayarak onu akılla aynı epistemolojik düzleme yerleştirdi. Burada nübüvveti ve peygamberliği ayrıştırmak için çaba gösterse bile hiçbir zaman Mutezile vahyi mutlak üstün bir bilgi kaynağı olarak göremedi. Mutezile’nin hâkim dinî düşünceden kopmasının nedeni budur: İlahî sıfatlar hakkındaki teorisi ve ilahî kelamın tabiatı hakkındaki teorisi! Onlar Hristiyanlığın içine düştüğü açmazı çok iyi fark ettiler, bunda kuşku yok! Öte yandan insan özgürlüğü ve evrendeki nizam fikrinin ancak müdahalesi şartlara bağlanmış bir tanrı telakkisiyle olabileceğini de kabul ettiler. Bu da kendi içinde tutarlı idi. Ancak burada ortaya çıkan büyük sorun vahyin değeri meselesi olarak kaldı. Akıl ile vahyi aynı epistemolojik düzleme indirgeyerek bir yaklaşım, dinî bilgiyi aklileştirerek başladığı noktadan tamamen ayrı bir noktaya vardırır.
Bu yaklaşımın tam karşısında Ehl-i sünnet yer alır. Ehl-i sünneti bir mezhep hâline getiren şey, vahyin ilahî kelamın kadimliğinin savunulmasıydı. Vahiy herhangi bir şekilde akılla veya insanın öteki bilgi melekeleriyle eşit bir bilgi kaynağı olmayacağı gibi nübüvvet de mutlak üstün bilginin elçiliğini yapmıştır. Burada birbiriyle irtibatlı birkaç mesele vardır: Birincisi Tanrı ile âlem arasında irtibat bu düşüncenin zorunlu kabulüdür. Bu irtibat âlem ve âlemdeki nizam lehine değil, Tanrı’nın etkin olduğu bir irtibat olarak kabul edilmiştir. Asıl ve fer kavramlarıyla meseleyi ele alırsak, asıl olanın Tanrı, fer olanın âlem ve insan olduğu açıktır. Filozoflar ve Mutezile ise nizamı esas alan bir teori geliştirmişti. Bu anlayış evrenin Tanrı’nın kudretinden ve iradesinden bağımsız olmasına dayanıyordu. Her iki akım da Tanrı’yı ilke olarak kabul ederken ilahî sıfatlar fikrini kabul etmedi. Ehl-i sünnet bu fikri temelden reddetti. Âlemde bir nizam ve nizamı ortaya çıkartabilecek bir nedensellik kabul etmemiz mümkün değildir. Buna bağlı olarak insan özgürlüğü sınırlanır: Mesele sadece “eylem” özgürlüğü veya yapabilme ile sınırlı değildi. Kelam tartışmaları meselenin bu yönünde odaklansa bile, esas mesele, insanın bilebilme yeteneklerinin sınırlanmasıydı. İnsan özgürlüğü meselesi Mutezile’nin ahlak anlayışının temelini oluşturmuştu. Mutezile özgürlüğün ikinci kısmını de ciddi bir şekilde ele alarak insan aklının kurtuluşu için gereken her şeyi bilebileceğini savundu. Bu durumda Mutezile “Peki, vahiy ne işe yarar?” sorusunu hiçbir şekilde cevaplayamadı. Hâlbuki Ehl-i sünnet için insanın özgürlük meselesi temel bir mesele değildi. Ehl-i sünnet için ana mesele Tanrı’nın özgürlüğüdür ve onlar dikkatlerini bu noktaya odaklamışlardı. Biz Tanrı ve onun nitelikleri hakkındaki güçlü bir teoriden sonra öteki konuları ele alabiliriz. Buna mukabil insandan ve âlemden hareketle bir Tanrı telakkisi tesis etmemiz söz konusu değildir.
Ehl-i sünnetin ilahî sıfatlar teorisi ilahî kelamın tabiatı hakkındaki teorinin gereğiydi. Onlar vahiy meselesini bu teori ışığında ele aldılar ve ortaya çıkan bütün sorunlar buradan kaynaklandı. Onların düşüncesini birkaç açıdan ele alabiliriz: Birincisi ilahî sıfatlar kadimdir. İlahî sıfatlar kadim ve kendi hakikatine sahiptir fakat bu durum bir terkibe ve çokluğa yol açmaz. Öyleyse ilahî kelam kadimdir ve kadim kitapla bize gelmiştir. Ehl-i sünneti bir mezhep kılan ana düşünce budur: İlahî kelamın kadimliği!
İkinci konu ise kitabı getiren nübüvvet veya peygamberin durumudur: Acaba peygamber vahyi nasıl alır? Bu konuda iki akımla mücadele etmiş olmalıdır: Birincisi filozoflardır. Filozoflar insanın nihai hakikate kendi aklıyla ulaşabileceğini savunan akımlardır. Onlar herhangi bir dış gücü -Tanrı veya başka bir şey- veya süreci bilgi öğrenmeye dâhil etmezler. Böyle bir şeyi kabul etmek zaten felsefe yapmayı anlamsızlaştırır. Buna daha sonra değineceğiz. Ehl-i sünnet vahyi savunurken bu düşünceyi hesaba katmak zorundaydı. Meselenin öteki kısmı ise insanın daha çok sezgisel yollarla hakikate ulaşabileceğini savunan gizemci geleneklerdi. Ehl-i sünnet bu geleneklere karşı -daha çok sufiler eliyle- vahiy görüşünü savunmuştu. İnsanın kendi başına kesin bilgiye ulaşması mümkün değildi. Ehl-i sünnetin nübüvvet anlayışı vahyin ilahî seçime bağlı olmasıydı. Bu noktada ne mizaç teorisi ne de başka birtakım yollar yeterli gelemez. Ehl-i sünnet bilginlerinin bu konudaki teorileri açıktı: Allah ezelî iradesiyle vahyini dilediği kullarından birisine gönderir ve o da vahyi insanlara ulaştırır. Ehl-i sünnet düşüncesinde nübüvvet mutlaka “seçilmişlik” ilkesiyle irtibatlıyken bu seçilmişliği ortaya çıkartan da kadir-i mutlak tanrı anlayışıdır. Herhangi bir insanın yeteneğiyle veya mizacıyla veya başka bir yolla vahye ulaşmasından söz etmek, Ehl-i sünnetin temel ilkesiyle çelişir. Bu sayede dinî düşünce iki meseleyi birden temellendirmiş olmaktadır: Birincisi vahiy kadim varlık ile hadis varlık alanı arasındaki irtibat noktasını temin ederek yaratılmış âlemi-insanı Tanrı’ya bağlar. İkincisi ise yeryüzünde Tanrı’ya göre ve O’nun iradesine yayabileceğimiz ilahî bir ahlak ve şeriat istinbat edeceğimiz bilgiye sahip oluruz.
Bu kez sorun şudur: Acaba vahyi nasıl anlayacağız? Peygamber bize vahyi getirdi ve onu açıkladı. Her dönemde peygamber bulunamayacağına göre vahyi anlamak dinî düşüncenin en önemli sorunlarından birisi hâline gelmişti.
Vahyin nasıl anlaşılacağı (delalet sorunu) meselesi, Mutezile ile Ehl-i sünnet arasında olduğu kadar daha çok Şia ile Sünnilik arasında ciddi tartışmalara yol açtı. Gerçekte Şia hareketi vahyin yorumlanması sorunundan ortaya çıkan bir hareketti. Meselenin bu kısmının siyasal tartışmaların gölgesinde kalması ve Sünnilik ile Şia’nın siyasal ihtilaflar üzerinden ayrıştırılması, İslam’da düşünce tarihini yazmadaki ciddi sorunlardan birisidir. Gerçekte Şia bir epistemolojik itiraz olarak ortaya çıkmıştır. Bu itiraz vahyin nasıl ele alınacağıyla ilgiliydi. Onlara göre nübüvvet vahyi getirdiğine göre vahyi yorumlayacak ve bize Tanrı’nın maksadını açıklayacak birisi her dönemde bulunmalıdır. Aksi hâlde biz metin okuyarak Tanrı’nın maksadını asla anlamayız. Vahyi getiren masum olacağı gibi maksadı bize açıklayan kişi de peygamber gibi masum, yani otoritesinin tartışma dışı olması gerekir. Şia ile Sünnilik arasındaki temel fark burada tebarüz eder: Vahyi nasıl yorumlayacağız meselesi! Bu noktada Mutezile ile Sünniliğin birbirine yaklaştığını söyleyebiliriz. Her ikisi de metnin anlaşılabilir olduğunu kabul ederek yöntemi öne çıkartmıştı. Vahyi anlayabilmek için bir yöntem takip etmeliyiz; bunun dışında herhangi bir otoriteye ihtiyacımız olmadığı gibi gizemci yollara veya masumiyete de ihtiyacım yoktur. Biz bilgiyi metinden “istinbat” yoluyla çıkartırız. Şia ise bu düşünceye temelden itiraz ederek yöntemin karşısına kişi otoritesini yerleştirmekle İslam düşüncesinde karizmatik liderler ekseninde şekillenen “merkeziyetçi” anlayışı ortaya çıkardı. Öyleyse Şia ile Sünnilik arasındaki temel ayrım burada ortaya çıktı ve bu ayrım hiçbir zaman aşılamadı.
Dinî disiplinler alanında böyle bir durum olmakla birlikte, İslam’ın yayıldığı bölgelerde vahyin ve nübüvvetin gereksizliğine inanan pek çok akım vardı. Bunlar herhangi bir dine veya nübüvvete iman etmeden Tanrı’yı kabul eden akımlardı. Kelam kitaplarında ve mezheplerle ilgili eserlerde bunlarla ilgili atıflar vardır. Buna mukabil ihmal edilmemesi gereken çok önemli bir alan daha vardır. O alan günümüzde İslam felsefesi diye tabir ettiğimiz disiplinin vahiy karşısındaki tavrıdır. İslam felsefesinde vahiy meselesi nasıl görünür? Doğrusu bu hususta ciddi sorunlar vardır: Her şeyden önce ilk felsefi yönelimlerde vahyin savunulması, akidenin güçlendirilmesinin bir mesele olarak ortaya konulduğunu hatırlamak gerekir. Kindî ve sonrasında gelen filozoflarda böyle temayüller gözlenir. Ancak Farabî ve onu takip eden İbn Sînâ ve daha sonra gelen İbn Rüşd gibi filozoflar için vahiy meselesini ele almak ciddi bir meseledir. Her şeyden önce onlar için vahyin kurucu bir unsur olmadığını kabul etmek gerekir; asıl ve fer kavramıyla anlatırsak vahiy asıl bir unsur olarak kabul edilemez. Çünkü bu nokta sormamız gereken ilk soru şudur: Biz hakikati hangi yolla bulabiliriz? Akıl bize neyi verebilir? İslam dünyasında özellikle metafizik düşüncenin gelişmesiyle birlikte soru hakkında ciddi tartışmalar olduğunu söylemeliyiz. Kelamcılar, özellikle Sünni kelamcılar aklın bilgi imkânlarını sınırlayarak bizi Tanrı’ya ulaştıracak bilginin vahiyle ortaya çıkabileceğini söylemişti. Buna mukabil metafizikçiler insan aklının bizi nihai bilgiye ulaştırabileceğini düşünmüşlerdi. Metafizikçiler şu hususlarda kesin bir kanaate sahipti:
Birincisi akıl bizi nihai hakikate ulaştırır, bunun için akıldan başka herhangi bir şeye muhtaç değiliz. Üstelik bu hakikat evrensel ve küllidir; evrenseldir, herkes için ve her zaman geçerlidir. Küllidir, yani bütün varlık için geçerli önermeleri bize verir. Akıl Tanrı’nın varlığı başta olmak üzere ahlakı önermeler ve kısaca varlıkla ilgili külli bilgileri kazandırır. İnsanın saadete ulaşabilmesi için başka bir şeye ihtiyaç yoktur. Üçüncü mesele ise bu evrensel ve külli bilgilerle insan ahlaki hayatını tanzim edebileceği gibi bir şehir inşa edebilir; inşa etmelidir! Öyleyse akıl insanın kurtuluşunu temin edebilecek yegâne şeydi. Metafizikçilerin çabasını bir akıl övgüsü olarak kabul edebiliriz. Aklı tam olarak kullanabilen ve aklın gerektirdiği ahlaki ilkelere göre nefsini terbiye eden insan filozoftur. Buraya kadar vahye ve peygambere gelemedik ve bizi akıl bilgide nihai noktaya ulaştırdı. Burada ana kavram akıl ve onun terbiyesinden geçen mizaçtır.
Peki nübüvvetin sistemdeki yeri nedir? Bu konuda filozofların görüşü açıktır: Ortada vahyin talim edebileceği bir boşluk yoktur. Aklın sahih düşünceyle hareket edip etmediğini tartışabiliriz fakat akıl bir kez sahih düşünceye ulaşmışsa, ortada bir bilgi boşluğu yoktur. Farabî’nin bu konuda kesin bir fikre sahip olduğunu kabul etmeliyiz. Nübüvvet muhayyile gücünün yardımıyla şehri kurmada ortaya çıkan bir siyasettir. Filozof ile nebi dediğimiz kişi mutlak hakikate ulaşmada -kendi yetenekleriyle veya mizaçla- eşittir. Her ikisi de kesin bilgiye ve bizi saadete ulaştıran bilgiye ulaşmıştır sonra da geri dönmüşlerdir. Şimdi sıra o bilgiye göre bir şehir kurmaya gelmiştir. Farabî’ye göre filozof ile peygamberi ayıran yer burasıdır: Muhayyile gücü! Buna kelam bilginlerinin diliyle vahiy demek doğru değildir; bu yüksek bilginin anlatım teknikleriyle ve sembollerle anlatılmasıdır.
Meselenin son ayağı tasavvufla ilgilidir: Sufiler ilahî kelamın tabiatı, nübüvvet, kadir-i mutlak tanrı anlayışı gibi hususlarda kelamcıların görüşlerini kabul eder. Sufilerin vahyin yorumlanması hususunda yöntemin elzem olduğu fikrinde hâkim Sünni teoriye bağlı olduklarını söylemeliyiz. Bu nokta onları özellikle Şia’dan (imamiyye) ayrıştırır. Muhasibî ile onu takip eden Cüneyd-i Bağdadî ve talebelerinin bu konudaki görüşleri açıktır: Bir yöntem takip etmeden metin anlaşılmaz. Yöntem ise usul dediğimiz öteki bilimlerce de kullanılan hâkim teoridir. Ancak sufiler Sünni düşüncenin dikkate almadığı bir hususu vahyin anlaşılmasına katarak İslam düşüncesine çok önemli bir bakış açısı kazandırdılar. O da ahlaki elişim ile metnini anlaşılmasının irtibatıdır. Nefsin gelişimi ile anlam arasındaki irtibat sufilerce Müslüman düşünceye katılan bir görüştür. Sufiler Kur’ân-ı Kerîm’i anlamanın ancak ahlaki gelişimle irtibatlı olabileceğini düşünerek nefis tezkiyesini öne çıkardılar. Öyleyse sufiler için ahlaki meseleler aslında bir hakikat ve bilgi sorunuydu. Hakikat ile irtibat -ister bir metin ister tabiat isterse insanın bizzat kendisi olsun- aynı ilkeye dayanıyordu: Hakikat ile ilişki kurabilmek ahlaki yetkinleşmeye bağlıdır.