İSLAM’IN TARİH SAHNESİNE ÇIKIŞI VE MEYDAN OKUMA: ÜMMİ CEMAAT İLE OKUR YAZAR TOPLUMLARIN KARŞILAŞMASI!

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • “Hamasete sapmadan ve ezikliğe düşmeden objektif bir İslam araştırmacılığının önündeki en ciddi sorun nedir?” diye sorulsa, verilebilecek doğru cevaplardan birisi tarihimizin yeterli şekilde yazılmamış olduğudur. İslam’ın ne siyasi tarihi ne sosyal, bilim ve kurum tarihi ciddi araştırmalara kaynaklık teşkil edebilecek sorunlar üzerinden yazılmış değildir. Belki pek çok insana böyle bir tespit şaşırtıcı gelebilir: Elimizde önemli sayıda kitaplar varken hâlâ bir tarih yazımından söz etmenin gereği var mı? Hiç kuşkusuz geçmişte ve günümüzde pek çok İslam tarihi kitabı yazılmıştır ve yazılmaya devam etmektedir; bir kısmı genel İslam tarihi şeklinde iken bir kısmı daha özel konular, şahıslar veya meseleler üzerinde odaklanarak bize bilgi verirler. Ancak yine de büyük boşluk vardır: Çağdaş bilim ve araştırma yöntemlerinden istifadeyle İslam’ın genel ve özel tarih yazımının güncellenmesi, bilimsel araştırmaların nesnel zeminin teşekkülü için olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Günümüzde İslam hakkındaki telakkimizi daraltan ve bizi realiteden uzaklaştırarak bazen hamasete bazen de eziklik duygusuna yönelten ana sorunlardan birisi budur: Biz İslam’ın hangi zaman ve mekân şartlarında teşekkül ettiği hakkında doğru bir fikre sahip değiliz. Üstelik İslam’ın iki evresi hakkında yeterli bir bilgiye sahip değiliz: İslam nasıl bir coğrafyada ortaya çıktı ve Araplar nasıl bir dünya tasavvurunun sahibi idi? İslam Arap kültür ve geleneklerinden hangi ölçüde ayrışarak bir din olarak kendini ortaya koyabildi? İslam’ın büyük bir kırılma yarattığı aşikâr. Öyle ki İslam kendisinden önceki Arap geleneklerini “cahiliye âdeti” olarak niteleyerek irtibatını tümüyle kopardı. Bununla birlikte herhangi bir toplumda “boşluk” yaratabilecek kültürel ve geleneksel bir kırılmayı izah edebilmenin güçlüğü ortada iken İslam ile Arap kültür ve geleneklerinin ilişkisi hakkında yeterli bir açıklama modeline sahip değiliz. İkinci büyük sorun ise İslam’ın dünyanın diğer kısımlarıyla ilişkisi sorunudur. Büyük ve vazgeçilmez soru şudur: İslam dünyaya ne getirmiştir ve nasıl bir dünya ile karşılaşmıştır? Bu soru geçmişte ve günümüzde ehemmiyetinden hiçbir şey kaybetmeyen -belki de hiçbir zaman tam cevabını bilemeyeceğimiz- bir sorudur.

    Bu iki meseleyle ilgili iki temel bakış açısı vardır ki, her biriyle benzer gerekçelerle mücadele edilmesi gerekebilir. Birinci bakış açısı oryantalist araştırmalarda gizli açık olarak bulunan bakış açısıdır. Bu bakış açısı İslam’ın bir taklit ve kötü terkipten ibaret olduğunu iddia ederek dünyaya yeni bir şey getirmediğini iddia eder. Oryantalist araştırmaların ana iddiası buydu; bunu hem İslam’ın kendisi için hem de İslam’da ortaya çıkan bütün meseleler için iddia ediyorlardı. Bu yaklaşım zamanla bazı kırılmalara maruz kalsa bile, temel iddia değişmedi: İslam bir din olarak eklektik olduğu gibi bilim ve düşüncesi de çevresindeki bilim ve düşüncelerin bazen “kötü” ve çelişkili terkiplerinden ibarettir. Bu iddiada İslam’ın dünyaya yeni bir şey getirmesi bir yana, çevresindeki kültür ve dinî geleneklerin bir ürünü olduğu söylenir. Oryantalist araştırmaların gölgesi altında yetişen Müslüman akademisyenlerin en önemli işleri bu iddiaya değişik alanlarda -fakat genellikle cüzi bahislerde- cevap verme çabası olmuştu. Buna mukabil “içeriden” başka bir bakış açısı oryantalist bakış açısıyla iş birliği yapar; oryantalist bakış açısına kaynaklık teşkil eden de onların yeni veya eski metinleridir. O da genel anlamda “Selefî” bakış açısı diyebileceğimiz bakıştır. Onlar İslam’da ortaya çıkan her türlü değişimi ve gelişmeyi gerekçelerine bakmadan “bidat” diye suçlayarak dışlama yolunu tercih etmişlerdir. Onlar için İslam “kısa” bir İslam’dır; Müslüman toplumların tarihsel serüvenleri ise İslam’ın bozulma çağlarından başka bir şey değildir. İslam sadece Hicaz’da korunabildi ve Doğu Akdeniz’e yerleşme sürecinde sadece bir bozulmadan söz edebiliriz. Oryantalistlerce ileri sürülen “yabani menşe” iddiası ile içerdekilerce ileri sürülen “bidat” suçlaması arasında İslam’ın muazzam akışını görmezden gelmek, İslam düşünce ve bilimini üreten zihinlere yapılabilecek büyük haksızlıktır. Belki bundan daha önemlisi ise böyle bir iddianın İslam’ın evrenselliğini hiç anlamamak anlamına gelmiş olmasıdır: İslam Hicaz’da doğdu fakat Hicaz’da kalmak üzere değil!

    Ümmi Bir Toplumun Okur-Yazar Toplumlarla Karşılaşması – Büyük Meydan Okumalar
    İslam’ın tarih sahnesine çıkışı Hicaz’dan Doğu Akdeniz’e yerleşmesiyle başladı. Gerçi İslam’da tarihin başlangıcı Medine’ye hicret kabul edilmişti. Müslümanlar uzun bir tebliği sürecinin ardından Mekke’de daralan hayatlarına daha geniş bir zemin bulmak maksadıyla bir köy mesabesindeki Medine’ye göçmüşlerdi. Bu tarihin yani hicretin tarihin başlangıcı kabul edilmesi, Hz. Ömer’in halifeliği döneminde gerçekleşmişti. Hz. Ömer’in devri İslam tarihinde kurumsallaşmanın ilk adımlarının atıldığı dönemdi. Bir takvimin seçimi de bu kurumsallaşmanın bir gereği idi. Bu meyanda dikkate değer olan husus, Müslümanların Doğu Akdeniz’deki toplumlarla karşılaşmasının neticesinde öyle bir uygulamaya gitmeleriydi. Müslümanlar ulaştıkları bölgelerde farklı tarih ve takvim anlayışlarıyla karşılaştıklarında, takvim tercih etmek zorunda kalmışlardı. Bu tartışmalar esnasında Hz. Ömer Müslümanlar için tarihin Medine’ye göçle başladığını düşünerek başlama noktasını hicret kabul etmişti. Meselenin bu kısmı üzerinde duracak değiliz! Üzerinde durmak istediğimiz şey, Doğu Akdeniz’e yerleşme sürecinin yol açtığı sorunlar ve çözüm arayışlarının erken dönemde başlamış olmasaydı. Müslümanlar gittikleri yerleri dönüştürmek isterken gittikleri yerler de zorunlu olarak İslam’ı dönüştürecek, Müslümanlar değişimin sancılarını yaşayarak tarih sahnesindeki varlıklarını muhafaza etmeye çalışacaklardı.

    Müslümanların Doğu Akdeniz’e yerleşmesi kısa zamanda gerçekleşti. Öyle bir süratle gelişmeydi ki, ne olduğunu anlamadan Müslümanlar bir anda kendilerini tarihin en etkili devletlerinden birisinin sahibi olarak buldular; üstelik bir devlet olmanın iktiza ettiği hiçbir kuruma da sahip değillerdi. Hz. Ömer’in bu gelişim sürecinden endişe duyduğu, fetihlerde Fırat ile Dicle’nin dışına çıkılmasını istemediği, Mısır’ın fethinden endişelendiği rivayet edilir. Bu endişe Müslümanlar için meselenin hiç de kolay olmadığını gösteren birtakım delillerdir. Müslümanlar arasında vaziyet böyleyken düşmanları da benzer mütalaalara sahipti: İranlı asilzadelerin İran’ın fethinin ardından dile getirdikleri “İran’ı Arap çobanları mı işgal edecekti!” şeklindeki serzenişler büyük paradoksu özetliyordu. Bunun anlamı şuydu: İran dünyanın büyük devletlerinden birisiydi ve ancak kendisi gibi büyük bir devlet tarafından yenilgiye uğratılabilirdi. Arap çobanlarının İran’ı ele geçirmesi beklenecek bir şey değildi. Benzer serzenişler Arapların batıdaki komşularından da duyulmuş olmalıdır. Her hâlükârda Müslümanlar kısa zamanda çevrelerindeki ülkeleri ele geçirirken ulaştıkları bölgelerdeki insanlar gelişmeleri büyük şaşkınlıkla karşılıyordu.

    Meseleyi anlayabilmek için şöyle düşünebiliriz: Yedinci asırda Doğu Akdeniz’de yaşayan tarih bilincine sahip bir insan o dönemde bu hadiseler karşısında ne düşünmüş olabilir? Acaba Arap istilasının kalıcı olabileceğine inanmış mıdır? Yoksa bütün toplumlarda görülen çözülme ve dejenerasyonun neticesi olarak göçebe topluluklar tarafından istila edildiklerine mi inanıyordu? Yedinci asırda Doğu Akdeniz’deki bir mabede çekilmiş bir keşiş veya gezgin bir tarihçi veya Harran’daki bir filozof, hatta bir asker Arap istilasına “bir kaza” olarak bakmıştır. Onlar için hadise kalıcı bir yenilgi veya Arapların başarısı değil, bölgedeki toplumların iç karışıklıklarından kaynaklanan geçici bir mağlubiyetti. Toplumlar çeşitli nedenlerle çözülme yaşamış, neticesinde ise göçebe ve ümmi toplum olan Araplar onların zaaflarını değerlendirerek bölgeleri ele geçirmişti. Peki daha sonra ne olabilirdi? Herhâlde böyle bir bakış açısına sahip insanlara göre, bu “işgal” bir “toplumsal kaza ve geçici felaket” olmalıydı. Kısa zaman içinde Araplar geldikleri gibi Hicaz’a dönecekti ve bu bölgelerde kalıcı olma ihtimalleri yoktu. İslam’ın bu bölgeye yayılma sürecini İbn Haldun’un tarih yorumuyla izah etmek de mümkündür: Asabiyenin güçlüolduğu başarılı olan toplumlar, zamanla dejenerasyona maruz kalarak başka toplumlar tarafından mağlup edilirler. Daha sonra da galipler mağlup toplumların kaderini yaşayarak mağlup ettikleri kimseler gibi bir süreçten geçereler.

    Doğu Akdeniz’de Kalıcılığın Şifresi: Yerleşik Toplumların Dilini Öğrenmek Ve İslam’da Bilimlerin Gelişimi!
    Muhtemel bir varsayımı dile getirerek, Doğu Akdeniz’deki insanların İslam ile ilgili beklentilerinin ne olabileceğini belirttik. Hâlbuki bu beklenti gerçekleşmedi ve İslam kalıcı olarak Doğu Akdeniz’e yerleşti. Peki bu nasıl olabildi? Müslümanların Doğu Akdeniz’e yerleşme meselesini tabii bir olgu şeklinde mütalaa etmiş olmaları, meseleyi ciddiyetle ele almalarını engellemiştir. Bunun temel sebebi ise siyasal ve askerî merkezli bir tarih okuma alışkanlığıdır. Belki birçok Müslüman için Doğu Akdeniz’e İslam’ın yerleşme süreci bir “sorun” olarak görülmemiştir. Askerî bir başarı ile Müslümanlar bölgeye yerleşip fütuhat gerçekleşmiş iken hangi sorundan söz edeceğiz? Binaenaleyh “yerleşme” sorununun dahi anlaşılmasının önündeki en büyük engel, siyasal başarı ile meselenin üstünün örtülmesidir. Hâlbuki siyasal başarı ile entelektüel süreci birbirinden ayırmak zorundayız. Müslümanlar siyasal olarak yayıldıkları bölgelerde uzun süre entelektüel bir varlık gösterememiş, kendi aralarında kapalı bir cemaat olarak varlıklarını sürdürmüşlerdi. Belki uzun bir süre çevrelerini “cahil” toplumlar olarak görebilecek özgüvene sahiptiler. Zamanla ortaya çıkan idari ve entelektüel sorunlar ve yaşanan başarısızlıklar çevrelerini tanımaya onları icbar etmiş, Müslümanlar da çevrelerindeki insanların gelenekleriyle irtibat kurmak zorunda kalmışlardı. Bu bölgelerin Müslümanlaşma meselesi ise daha karmaşık bir meseledir. Bu meyanda söylenebilecek şey, Müslümanlaşma sürecinin günümüze varıncaya kadar süregelen bir süreç olarak görülebilmesidir. Ne İslam gittiği yerlere tam olarak hâkim olabilmiş ne oradaki insanlar eski kültür ve geleneklerini bırakarak İslam’a girmişlerdi.

    Peki Doğu Akdeniz’de ne oldu? Burada iki yönlü gelişmenin varlığını görebiliriz: Bir yandan İslam ulaştığı yerleri siyasal ve askerî açıdan “fethederken” belirli bir dönüşüm yaşanıyordu. Öte yandan İslam kendisi de dönüşümden nasibini alarak gittiği şartlara intibak ediyordu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. İslam’da kısa zaman içinde pek çok mezhep ve dinî grup ortaya çıktı. Bunun sebebi o bölgelerdeki kültürel çatışmalar karşısındaki İslam’ın çözüm arayışıydı. Ancak bütün bu süreç İslam’ı da değiştiriyordu. Her hâlükârda İslam gittiği bölgelerin “dilini” tahlil ederek yeni bir yol aramak durumunda kaldı. Bu meyanda Arapların siyaset dehalarına hakkını teslim etmek gerekir: İlk Arap siyasetçileri İslam’ın Doğu Akdeniz’e yerleşmesi için büyük çaba sarf etmiş, toplumsal değişime ön ayak olmuşlardı. Unutmamak gerekir ki, İslam çevresiyle ilişki kurarken Hristiyanlık kadar esnek olmasa bile Yahudilik kadar da katı değildi. “Bir yer Hristiyan olmuyorsa Hristiyanlık oralı olmalıdır.” cümlesi Hristiyan misyonerliğin stratejisinin kurucu ilkesiydi. İslam için böyle bir stratejiden söz etmek mümkün değildir. İslam’ın “etken” tabiatı ve kuralları onu daha katı ve uzlaşmaz kılmaktaydı. İslam bu sorunu siyasetin yardımı ile bir yere kadar aşabildi; bu nedenle İslam’da siyaset her zaman büyük ehemmiyet taşıdı. Bununla birlikte İslam belirli ilkelerin ötesinde çevresiyle irtibat kurabilecek esnekliğe de sahip olabildi. Zaman ve mekânın değişimini kabul eden fıkıh anlayışıyla İslam gittiği yerlerin dilini çözümlemiş, orada uygun yorum geliştirerek yerleşebilme imkânı bulmuştu. Meselenin en kısa özeti böyle anlatılabilir.