İNSAN SESİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Günümüzde insan ve hayvanlar arasındaki akrabalık vurgulanıyor; o kadar ki, örneğin maymunlar, şempanzeler, cüce şempanzeler ve goriller gibi bize çok benzeyen hayvanlarla insanı ayıran farkı silme eğilimimiz var. Kuşkusuz burada maksadımız bu maymunların bizim atamız olduğunu söyleyen evrimciliğin tezlerini soruşturmak değil, daha ziyade diğer tüm canlılara nispetle insanın özgüllüğünü meydana getiren şeye dikkat çekmek. 20. yüzyılın başında ünlü Fransız filozof Henri Bergson, insanı aletler üretmeye yetkin canlı varlık olarak yani homo faber olarak tanımlamıştı, Yunanlardan beri insanın geleneksel tanımı olan homo sapiens yani idrak ve bilgiye sahip insan nitelemesini ise hiç kullanmamıştı. Oysa bugün büyük maymunların da aletler kullanma ve üretme kabiliyetine sahip olduğunu biliyoruz, her ne kadar bu kabiliyetleri çok sınırlı olsa da. Bana sorarsanız, insanı diğer canlı varlıklardan kökten ayıran iki esas özellik bulunur: Dil ve ölümle bağ. İnsan, ölmüş soydaşlarını terk etmeyen tek canlıdır; ta ilk zamanlardan beri insan, ölüsünü gömmeyi önemser. Bu da bize gösterir ki insan kendi namına doğal düzene boyun eğmeyi reddediyor, yaşamından ölümüne kadar tüm canlılara uğrayan ve durmak bilmeden tekrarlanan bir döngüye baş kaldırıyor ve yitip giden kişilerin hatıratını saklamak istiyor.

    İşte bu sebeple cenaze törenlerinde, defin işlemlerinde, ölüyü yakma merasiminde ve hatta ölüleri sergileme esnasında kültürün köklerini şüphesiz görme imkânımız var; ancak böyle bir kültür gelişmişse bunun sebebi insanın dil yetisine sahip olması ve böylece emsalleriyle iletişim kurabilmesidir. Hayvanlar arasında bazıları kuşkusuz işaretler vasıtasıyla birbirleriyle iletişim kurmaya yetkindir ve Antik Çağın ilk zamanlarından bu yana bunun en bilinen örneği arıların dilidir. Arılar, kendi türlerine yönü işaret etme, kovana uzaklığı belirtme ve hatta bir besin kaynağının kalitesini bildirme kabiliyetine sahipler. Ancak bu dil, insanların kullandığı dilin aksine, kendi arasında kaynaşmayan kısıtlı sayıda işaret kullanır, ve bilhassa sesli bir dil değildir. Burada tabii aklımıza kuşlar gelir, ve onlar arasından bazılarının, özellikle papağanın, insan dilinin seslerini taklit etme yetilerinin olduğunu söyleyerek itiraz edebiliriz. Fakat, kelimeleri bilerek kullanmaya sevk eden belirli bir zekâyı papağana atfetsek de burada en ufak bir dil kırıntısından söz edemeyiz. Gorillerin de işaret dili kullanabildiğini biliyoruz çünkü eklemli ses üretmek için yeterli ses çıkarma organlarına sahip değillerdir. Bu özellik sadece insanda vardır, çünkü insan iki ayaklı bir canlıdır ve ayakta durması gırtlağının akciğerlerden havalanmasına imkân tanır ve böylece gırtlaktan sesler çıkarabiliriz, papağan ise sadece diliyle ses çıkarır. Dolayısıyla, insanı ayırt eden şey sesli dilidir.

    André Malraux’nun 1933 tarihli İnsanlık Durumu isimli romanında geçen bir pasajdan hareketle insan sesinin önemini vurgulamaya devam edelim; romandaki kahraman, kaydedilen sesini tanımaz, çünkü sesini ilk defa kendi kulaklarıyla duyar, boğazından değil, nitekim kendi sesimizi bize ileten kulaklarımız değil boğazımızdır. Malraux da bu sebeple romanına “İnsanlık Durumu” adını verdiğini söyler, çünkü kaydedilmiş sesini duyduğunda kendine yabancı hisseden kahramanın bu tecrübesini öne çıkarır. Varoluşçuluğun doğumuna şahitlik eden bu devirde artık “insan doğası” bahsi geçmez, çünkü her ne kadar diğer canlılar için söz konusu olsa da doğanın dayattığı bir programlamaya insanın artık gelişimi içinde itaat etmediği varsayılıyordu. İnsanlık “durumu” bahislerde geçiyordu, bir başka deyişle, bireylere ve toplumlara göre muhtelif yönlerde gelişebilen eğilimlerin bütününden bahsediliyordu ki temelden farklı yaşam tarzları ve diller geliştiren insan toplulukları örneği de bunu güzelce gösteriyordu. Günümüzde hepimizin kolayca deneyimleyebileceği bir tecrübe olarak Malraux’nun tasvir ettiği tecrübe ilginçtir, zira ürettiğimiz seslerin ve iletişim kurmak için kullandığımız bu dilin, dünyada yankılandığında, esasında bize ait olmadığını gösterir, tabii bu da kendimiz için bile bir sır olduğumuzu açık eder. Ne de olsa bir alet ürettiğimiz gibi dili “kasten” icat etmiş değiliz; dil, insanın çevresinden edindiği tecrübe vasıtasıyla tedricen gelişmiştir.

    Antik Çağ toplumlarında sözlü geleneğin önemini bu olgu açıklar. M.Ö. 3. binyılda Mezopotamya’da icat edilen yazı başlarda bir sayma işlevine sahipti, çok sonraları bir edebiyat işlevine kavuştu. Örneğin, M.Ö. 9. yüzyıl şairi Homeros’a atfedilen İlyada ve Odysseia destanları başlarda sözle aktarıldı, ancak 6. yüzyılda yazıya geçirildi. M.Ö. 5. yüzyıla tarihlenen ve Yunan destanlarından çok daha uzun olan Mahabharata ve Ramayana gibi Hint destanları için de aynısı geçerlidir, yani yüzyıllar boyunca sözlü sesle aktarılmışlardır, çünkü Hindistan’da yazı Hristiyanlar geldikten sonra kullanılmaya başlamıştır. Hintler yazıyı kullanmayı bilmiyor değillerdi ama kullanılan yazıya güvenmiyorlardı, M.Ö. 4. yüzyılın büyük bir yazarı olsa da Platon da öyle yapıyordu. Onun en güzel diyaloglarından biri olan Phaidros’ta yazıyı lanetlediği bir pasaj görürüz, zira yazıya güvenmek demek hakkında konuştuğumuz şeyi içerden bilmeyi yadsımak ve o şeyi dışardan ezberlemeyle yetinmek demektir. Yazı, ölü bir düşünceyi yayar, çünkü onu beyan edenden kopmuştur, yazılı söz “yetim”dir, itirazlara karşı onu savunacak bir babadan yoksundur (275d4). Yazı, söylediği şeyi içermez, kendini somutlaştıramaz, sorulara cevap veremez. Üstelik kendisini her anlamda tahrif edip ufalayacak olan ilk gelenin eline düşme tehlikesi vardır.

    Canlı sözün ve sözlülüğün bu önemi özellikle Hindistan’da işlenmiştir. Rishiler yani M.Ö. 15. yüzyılın kadim bilgeleri evrenin ritmini dinlemeye koyuluyorlardı ve bunu başka insanlara sözlü biçimde aktarıyorlardı, bilgi ve görü anlamına gelen veda ya da işitme anlamına gelen sruti bu aktarıma aracılık ediyordu. Hem dinî ayinleri hem de felsefe ve astronomiyi işleyen metinlerden müteşekkil Vedalar, rahip ve bilge sınıfına mensup Brahmanlar vasıtasıyla günümüze ulaştı. Bu metinler kuşkusuz Orta Çağ boyunca yazıya geçirildi, ancak Brahman okullarında sözlü aktarımları devam etti, çünkü bu öğrencilerin hafızasını muazzam geliştiriyordu, ne de olsa bu öğrenciler aynı derecede uzun metinleri ezberleyebilmek için birçok ezbere okuma tekniği kullanmak zorundalardı. Tuhaf olan şey ise bu ritüelin bugün bile yaşamasıdır. Bu da metinlerin harika biçimde korunduğunu gösterir, hem de yazarak korumaya nispetle daha yetkin biçimde, çünkü yazı bazen yanılabilir; bunun yanında, bu metinler Sanskritçenin asıl telaffuzunu da muhafaza eder. Hepimizin malumu olduğu üzere biz bugün eski Yunanca ve Latincenin nasıl telaffuz edildiğini bilmiyoruz, bu sebeple o dilleri “yeniden inşa ediyoruz”.

    Sözlülüğe verilen bu önemi bütün dünyadaki şairler hemencecik anlarlar, çünkü şiirlerini okunmaktan öte ezbere söylenmek için yarattıklarını bilirler. Nitekim, kafiyelerin, ritmin ve ses yinelemelerinin etkileşimi ancak yüksek sesle okuma sayesinde tam manasıyla hissedilebilir. Fakat bu önemi yazarlar da iyi kavramışlardır. 19. yüzyıla kadar gayet yaygın olan ve bugün de yeniden filizlendiğini gördüğümüz yüksek sesle okuma faaliyeti buna tanıklık eder. Bu harikanın ne olduğunu kavramak da sadece dilin sesli tecrübesi vasıtasıyla mümkündür. Burada 20. yüzyılın başında gayet meşhur olan Stefan George isimli Alman şairin 1919 yılında yayınlanmış “Kelime” adlı bir şiirinden bahsedeyim. Heidegger de bu şiiri 1958 yılında verdiği bir konferansta yorumlamıştır. Epeyce esrarengiz bir şiirdir bu, ancak son dizesi kolayca anlaşılabilir, çünkü bizim için bir kelimeye veya bir söze gönderme yapmayan hiçbir şeyin olmadığını söyler. Şairin dediğine göre, bu sebeple, sadece dil veya söz vasıtasıyla şeylere yaklaşma özelliğimizden vazgeçmeliyiz, çünkü böyle bir durumda isim eksik kaldığında şey de yitip gidecektir. “Gri Norne”nin yaşadığı yere onu götüren uzun bir yolculuktan sonra anladığı şey budur. Norneler, üç İskandinav tanrıçasıdır, Romalıların parkalarına, Yunanların moiralarına benzerler, tıpkı onlar gibi insanların doğumunu, varoluşunu ve ölümünü idare ederler. Gri saçlı Norne, doğal olarak üçüncüsüdür, ölüme karar verir ve varoluşla bağı koparır. Yolcu onun yanına elinde bir mücevherle, bir harikayla gelir, ama isminden bihaberdir, Norne’den de bu harikayı, her şeyin kaynağı olan bu pınarda bulmasını umar. Fakat isim bulunamaz, şair hüzne boğulur, ülkesine götürmek istediği hazineyi kaybetmiştir.

    Bu şiir bize esaslı bir şey öğretir; sadece isme sahip olan bireyleştirilir, bütünden koparılır, ve kendine özgü sınırlarda ve özgünlüğünde tezahür eder. Eski Yunancada physis, Latincede natura ile ifade ettiğimiz bütün yahut doğa gerçekten özel bir isme sahip değildir, çünkü physis ve natura kelimeleri yalnızca her şeyin oluşum ve doğum sürecini tasvir eder. Buna karşın, doğadan neşet eden her şey, bitkiler ve hayvanlar, isimlendirilebilir, çünkü her seferinde bireyleşmiş bir varlık söz konusudur. Dolayısıyla diyebiliriz ki isim aslında her sonlu şeyi muhafaza eden bir teminattır: İsim sayesinde bir şey bir form kazanır, bir içeriğe, veçhelere, ayrık bir varoluşa sahip olur. Dilde hüküm süren ise bu ayrıştırma gücüdür, hususi her varlığı ayırır ve böylece onu isimlendirilebilir kılar. Burada çocuklara isim vermenin önemini düşünmek gerekir, sadece bu isim verme sayesinde onlara gerçek bir varoluş atfederiz, çocuk ölümlerinin çok fazla olduğu bazı toplumlarda yeni doğanlara isim vermek için birkaç hafta beklemenin nedeni budur, çünkü ölüm gelip onu alabilir, böylece gerçekten özgün bir varoluş yüklenmeden isimsiz bir şekilde bütüne dönebilir.

    Görünen o ki isim vermek insana özgüdür, Kitâb-ı Mukaddesin Tekvin kısmında da öyle der: Tanrı insana yalnızca mahlukatın tamamı üzerinde yetki vermemiştir. Aynı zamanda onu isim vermekle yetkilendirmiştir, öyle ki metnin de açıkça belirttiği üzere her canlı insanın ona koyacağı isme sahip olsun. Buradan hareketle, isim vermenin basit bir insan uzlaşımından kaynaklandığını düşünebiliriz, zaten Saussure’den sonra dilbilimsel göstergenin “keyfî” olmasından bahseden günümüz dilbilimcileri de öyle düşünüyor. Fakat aynı zamanda şeylere isim koymak zorunda olduğumuzu da görmek gerekir, çünkü hayvanların aksine bizim onlardan doğrudan faydalanmak gibi doğal bir yeteneğimiz yoktur. Bizim dünyaya düzen vermemiz, yaşamaya devam etmek için onu “işlememiz” şart, bu da sadece el emeğini değil, insan emeğinin bir diğer veçhesi olan düşünce faaliyetini de kapsar. Tıpkı Marx’ın dediği gibi, bir arının ürünü olan petek gözleri, bir mimarın elinden çıkacak olanlardan daha mükemmel olabilir, “Fakat en kötü mimarı en uzman arıdan ayıran şey, mimarın yapıyı gerçekte inşa etmeden önce zihninde inşa etmesidir.” Bu yüzden, doğadaki şeylerden faydalanmayı becermek için insanın öncelikle o şeyleri imha etmesi gerekir, 19. yüzyıl başının Alman filozofu Hegel gibi onları yok etmek gerekir, dolu dolu teoloji derslerinin ardından genç dönem metinlerinden biri olan 1803-1804 tarihli İlk Sistem metninde şöyle der: “Âdem’i hayvanların efendisi kılan ilk eylem, onlara isim koymasıydı, bir başka deyişle onları var ederek yok etti.”

    Hegel’e göre şeylere isim vermek öncelikle onları yok etmek anlamına gelir, bu da Stefan George’un dediği şeyle ters düşer. Öyleyse 1949 yılında derlenen La part du feu [Ateş Hissesi] isimli eserindeki “La littérature et le droit à la mort” [“Edebiyat ve Ölme Hakkı”] başlıklı yazısında Hegel’in bu cümlesini yorumlarken Maurice Blanchot ne demiş ona bakalım: “Sözün anlamı, herhangi bir söz söylenmeden evvel, bir nevi muazzam katliam olmasını gerektirir; tüm yaratımı toptan bir umman içine batıracak öncü bir tufan icap eder.” Görünen o ki Blanchot insan dilinin ancak bir katliamdan doğabileceğini iddia eder, yani hayvanların doğrudan erişim sağladığı ve bizden daha keskin biçimde hissettikleri şeyleri hissetme çokluğunu katlederek. Yunan mitolojisinin güçlü biçimde beyan ettiği üzere biz insanlar olarak doğaya uyum araçlarından yoksunuz. Burada tanrıların ateş ve toprağı karıştırması vasıtasıyla şekillenmiş canlı türlerinin tezahür etmesinin hikâyesini anlatan bir miti kısaca hatırlatmak icap eder. Her canlı türüne münasip nitelikleri isnat etsinler diye tanrılar iki kardeşi yani Prometheus ve Epimetheus adlı titanları görevlendirirler. Yunan mitolojisinde titanlar gök yani Uranüs ile yer yani Gaia’nın evlatlarıdır ve Yunan Pantheon tapınağının en yücesi Zeus onları yenince yitip gitmişlerdir. Prometheus ismi manthano yani öğrenmek, kavramak fiilinden gelir ki bilme anlamına gelen mathema ismi ve bilimsel anlamına gelen mathematikos sıfatı da buradan türer.

    Dolayısıyla Prometheus önceden (pro) düşünen kişidir, kardeşi ise sonradan (epi). Ama hisselere bölmeyi talep eden de Epimetheus’tur. Böylece hayvanlardan bazılarına güç, ötekilerine hız, berikilerine teçhizat, diğerlerine kanat verir; öyle ki her tür birbirini yok edecek şekilde hayatta kalır, ama onlara kürk, toynak, farklı besinler de bahşeder. Gel gör ki var olan bütün yetileri hayvanlara harcadıktan sonra insana bir şey kalmaz. Prometheus, kardeşinin hatasının farkına varır, ve bu hatayı izale etmek için ateş tanrısı Hephaistos’tan ateşi, bilgelik tanrıçası Athena’dan da zanaat bilgisini insanlara vermek üzere çalar. Bildiğimiz üzere, Prometheus daha sonra bu hırsızlık sebebiyle cezalandırılır. Aiskhylos’un Zincire Vurulmuş Prometheus trajedisinin konusu da budur: Hephaistos, Prometheus’u Kafkaslarda zincire vurur ve hybris yani ölçüsüzlüğü sebebiyle onu cezalandırmak isteyen Zeus’un emri üzerine bir akbaba Prometheus’un ciğerini yiyip bitirir.

    Bu mitin ışığında gördüğümüz üzere insan “eksik”, teçhizatsız, bu sebeple bilme ve tekniği geliştirmeye mecbur kalmış bir hayvan olarak tezahür eder, tabii bu da şiddet kullanımını beraberinde getirir, duyularımıza sunulan sonsuz çeşitlilikteki şeyleri ölüme götürmek demektir. Modern zamanların başından beri dizginsiz biçimde gezegeni yağmalayan ve kendi varoluşunu bile tehlikeye sokan insanın günümüzde en tahripkâr canlı varlık olduğunu biliyor ve görüyoruz fakat bu şiddet sadece icraatla sınırlı değildir. Zira gezegendeki canlı türlerin aşama aşama şiddete maruz kalmasına ve ölüme yollanmasına başından beri “entelektüel” diyebileceğimiz şiddet de eklenir ki bu şiddet biçimi insana özgüdür. 19. yüzyılın ikinci yarısının büyük Fransız şairi Mallarmé’nin de dediği gibi insanın dili bir anlam ifade etmekten öte yaratır. İnsan, anlamın “yaratanı” olduğu için, şeyleri kelimeler vasıtasıyla ölüme de gönderir. 1886-1896 yılları arasında yazılan “Satır Buhranı” adlı mensur bir şiirinde Mallarmé bize şunları söyler: “Bir çiçek diyorum. Ve sesimin hiçbir hat çekmediği unutuşun ötesinde, bildiğimiz tüm kalıplardan farklı hâliyle, mis gibi bir fikir müzikle yükselecek, tüm demetlerin olmayan çiçeği.”

    Konuşmak demek daima şeylere ortak isim vermek demektir; kavramlar dediğimiz genel fikirlerin pençesine onları teslim etmek demektir ve hepimizin malumu olduğu üzere, insanlara da böyle ortak isimler koyarız ve onları bu isimlerle vaftiz ederiz. Dilin bütün isimleri ortak isimdir, “özel isim” dediklerimiz bile. Çünkü bir şeyle yahut bir varlıkla ilişki kurabilmek için onun mutlak tarifsiz tekilliğini bir şekilde ölüme göndermemiz gerek. Burada lazım gelen şey insan düşüncesinin bu soyutlama kuvvetidir; bu kuvvet, gerçekliğin bütünlüğünü kavrayabilmek için o gerçeklik dâhilindeki kurucu unsurları ayırabilecek cinayetvari bir eylem gerektirir. İşte insanın kaderi de budur: Şeylerin yokluğunu isimlendiren isimleri kullanarak anlam dünyası yaratmak. Zira Hegel’in dediği gibi, pazardan bir meyve satın almak imkânsızdır, çünkü orada bulduklarımız elmadan, armuttan yahut kirazdan ibarettir. Çiçekçilerde bulamadığımız çiçek örneğini verdiğinde, büyük Hegelci Mallarmé için de aynısı geçerli. Fakat bunun yanında, Stefan George’un iyi kavradığı üzere, yalnızca isim koyarak şeylerle ilişki kurabiliriz.

    “Konuştuğum zaman ölüm konuşur bende” dediğinde Blanchot çok haklıdır, çünkü isimlendirdiğim şey, bu dünyayı terk etmişlerin yokluğuna benzer bir yokluktur, ama biz yaşadıkça da onlarla bağımızı koruruz. Dolayısıyla, ezgisinin ahengi dâhilinde ses, bize “tatlı tatlı” zuhur eden yani kelimelerin ve isimlerin çınlamasıyla duyularımıza dokunup kendini sunan şeylerin bizatihi varlığını dipsiz bir unutuştan ve sınırsız bir esrardan koparır. Konuşurken yahut sözü kullanırken bize yani biz insanlara has öyle bir anlam dünyası yaratırız ki bu dünya olmadan şu âlemde yolumuzu bulamayız. Bu yüzden, insanın sonluluğunun ve ölümlüğünün en inandırıcı şahidi ama aynı zamanda bekasının mutlak zorunlu aracı dildir. Çünkü insanın sahip olduğu bu ölüm gücü, onun ağzından yayılır, Almanların bir başka şairi Rilke’nin 1901 yılında yayınlanan Das Buch der Bilder [Suretler Kitabı] adlı şiir derlemesinin sonunda dediği gibi:

    Yücedir ölüm,
    Biz ona aitiz,
    Gülen ağız
    Yaşamın bağrında olduğumuzu düşünürken
    Aniden çıkar
    Bizi gözyaşlarına boğar.

    Şair ağza “gülen” demekten çekinmez, çünkü insana özgü başka bir özellik olan gülmek belki de bizi ölüm düşüncesine ister istemez gark eden kaygının yanında o düşünceye doğrudan götüren şeydir, ne de olsa gülmek bizi varoluşun ağırlığından kurtarır, ve ölümün aslında sırf doğmuş olduğumuz için bize yüklenen bir hatanın cezası olmadığını, bilakis tam da şimdi burada olmamıza imkân veren şey olduğunu anlamamızı mümkün kılar. Dolayısıyla, bizi “ölümün yüceliği” ile yüzleştirecek şey kaygıdan ziyade gülmektir ki Rilke 1903 yılında yayınlanan Das Buch von der Armut und vom Tode [Sefalet ve Ölüm Kitabı] adlı başka bir derlemesindeki, kısmen gizemli olduğu için güzel olan şiirlerinden birinde, yine bundan bahseder:

    Tanrım! Herkese kendi ölümünü ver
    Herkese kendi yaşamından doğan ölümü ver
    Sevgiyi ve sefaleti tanıdığı yaşamdan

    Ne de olsa biz bir kabuktan, bir yapraktan ibaretiz.
    Fakat her şeyin bağrındaki meyve
    İşte herkesin bizzat taşıdığı yüce ölüm.

    Rilke’ye göre, ölümle durmadan bir bağ kurduğumuz müddetçe dünyaya açığız, hatta yaşamın bağrında olduğumuza inansak bile. Zira bu bağır, ölümdür, bu meyvedir ki yaşayanlar yahut ölümlüler olarak biz sadece o meyvenin kabuğuyuz. Dolayısıyla varoluşumuza rehberlik eden odur; yaratıcının, şairin [poète], üretim anlamına gelen Yunanca poesis kelimesinin etimolojisine göre “yapan” kişinin, güldüren, yatıştıran, afallatan, korkutan sözlerle birbiri ardına örttüğü odur. Çünkü insan kalmaya ve böylece ölümle bağı korumaya yetkin olmak için insan yardıma ihtiyaç duyar, “özgürleşmiş” toplumumuzun kudurarak yöneldiği bir faaliyet olan ve Pascal’ın “eğlence” dediği şeyden her gün kaçmaya çalışır. Bu yardımı ona getiren meleklerdir, Yunanca aggellos kelimesinin dediği gibi habercilerdir, Rilke’ye göre onlar bizi görünmezlikle ve yoklukla bağlantıya geçirir. Dolayısıyla biz yahut insanlar yardıma ihtiyaç duyarız, çünkü şiirin dediğine göre kendi ölümlerini tamama erdirebilen, bizim gibi ölümle mücadeleye yeltenmeden ve bütün varoluş boyunca çeşitli kurnazlıklarla ölümü terbiye etmeye çalışmadan ölen “sefil hayvanlardan daha sefiliz”dir. Ne de olsa hayvan mutlak canlı bir yaşam sürer, insan ise pay alamayacağı bu yaşamın ancak özlemini güder. Hayvanı kutsal bir varlık olarak gören ve böylece ona ölümsüzlük atfeden “ilkellik”, hayvanın varlığının bizim için tesis ettiği öyle bir gizem algılar ki tüm canlıları aynı kategoriye koyan “genel biyoloji”nin modern bakış açısı bile bu kadar yapamaz. 1912-1922 yılları arasında yazılan Duino Ağıtları’nın sekizincisinde hayvan hakkında “ölümden muaf” ve “sonsuzluğa ilerler” diye bahsedip biz insanlar için “ölümden başka manzara yok” dediğinde görünüşe göre Rilke bu gizemi ele alır. Bu muazzam ağıtın bize öğrettiği üzere filozoflardan öte şairlere yüzümüzü dönmek gerekir ki bu gizemi yahut ölümlü ve konuşan varlık olarak varoluşumuzu tecrübe edebilelim.

    * Prof. Dr., Nice Sophia-Antipolis Üniversitesi