ANTİK YUNAN FİLOZOFLARIN İNSAN TASAVVURU

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Antik Yunanların insan tasavvuruna dair en erken kaynaklarımız, en büyük ihtimalle M. Ö. 8’inci yüzyılda yaşayan şairler Homeros ve Hesiodos’tur. Bu ikilinin şiiri Yunan halk inancıyla sıkıca bağlantılıdır. Heredot Tarih’inde, Homeros ve Hesiodos için “Helenler’in tanrı cinsini yarattılar, onlara isimlerini verdiler, makam ve etkinliklerini aralarında tayin ettiler ve suretlerini tarif ettiler” (Tarih II 53) diyecek kadar ileri gidiyor. Erken dönem Yunanların insan tasavvuru, inanç görüşlerinin ve ölüm ile insanın ölümden sonraki kaderine dair telakkilerinin bir parçasıdır. Homeros’a göre ölenlerin ruhu genellikle yeraltı dünyasına, Hades’e iner ve orada ebediyen gölge olarak amaçsızca yaşar. Onlar için mahkeme, cehennemin dehşeti ve cennetin saadeti yoktur. Ruhların karanlık yeraltı dünyasındaki renksiz varlığı, bedensel hayatın bu dünyadaki gerçeğinin silik bir kopyasıdır. Homeros’un, Yunanların eğitmeni vasfından dolayı yaygınlaşmış olan bu telakkiye göre insanlar için nihai olarak sadece bu dünyadaki hayat önemlidir. Bununla uyumlu olarak Homeros insanı, evvela bu dünyaya yönelik bir mahluk olarak anlıyor. Homeros’a zıt olarak asil kahramanlardan değil, bilakis sıradan çiftçilerden bahseden Hesiodos, beşerî hayatın emek, zahmet ve çile ile dolu olduğuna vurgu yapıyor.

    Yunan düşüncesinin bu dünyadaki bedensel hayata odağı, M.Ö. 6’ıncı yüzyılda yaşayan Pythagoras tarafından tersine çevrilmiştir. Pythagoras’ın ve talebelerinin felsefesi, beden ve ruh arasındaki ilişkiyi değişik şekilde değerlendiriyor. O’nun ezoterik-dinsel ana öğretisi üç dogmadan oluşuyor: (1) “Ruh” (psychê) ölümsüzdür. (2) Ölümden sonra bedeni terk eder ve başka bir mahlukatın içine girer. (3) Tüm ruh sahibi olan canlılar birbirleriyle akrabadırlar. Pythagorasçıların bu öğretiden hayat tarzları için çıkardıkları netice, her şeyden önce ruhlarını temiz tutmaya gayret etmeleridir. Ruh, eğer doğru beslenme ile hayat tarzı veya periyodik oruçla temiz tutulabilirse, o hâlde ruhun bir hayvanın bedeninde hulûl etmesinden veya bedenselleşmenin evvelinde yeraltı dünyasındaki cezadan kaçınılabilirdir.

    Pythagoras’ın öğretisi, beden ve ruh arasında kökten bir tezatı içeriyor. O dönemlerde etkin bir sekt olan Orfeosçular gibi bedeni, insanın daha yüce ve iyi parçası olarak gördüğü ruhun kafesi olarak düşünüyor. Bu yorumla Pythagoras bedeni olumsuzlayıp değersizleştiriyor. Homerosçu insan için ruh, ölümden sonra arta kalan zavallı bir kalıntıyken, Pythagoras onu asıl canlı olan şey olarak görüyor. Pythagoras’ın öğretisi daha sonra, tinsiz maddenin zıddı olan bedensiz bir tinin var olduğuna dair felsefi tasavvura yol açıyor. Pythagorasçı ruh öğretisi, filozoflar Empedokles ve Platon tarafından tekrar ele alınıp değiştirilmiştir. Platon’un felsefesinin daha sonraki felsefi düşünce ve Hristiyan teoloji üzerindeki olağanüstü etkisi itibariyle bu öğreti Batı düşünce ve dünya tasavvurunun merkezî noktalarını etkilemiştir.

    M.Ö. 428/27’de doğan Platon, bir seri diyaloglar vasıtasıyla sadece ruhun ölümsüzlüğünü ve farklı bedenlerdeki hulûlünü ispat etmeye çalışmıyordu. Bu Atinalı filozof, beşerî ruhun üç farklı parçadan oluştuğuna dair de bir telakkiye sahipti: “akıl” (logistikon), “cesaret” veya “öfke” (thymoeides) ve “arzu” (epithymêtikon). Platon’un psikolojisine göre insanın içinde bu ruh parçaları arasında genellikle bir iktidar mücadelesi cereyan eder. En kötü ihtimalde beşerî ruh içgüdüleri tarafından, yeme-içmeye ve cinselliğe dair arzular tarafından yönetilir. Eğer akıl bu içgüdülere muktedir olmazsa, insan için mutsuz ve kötü bir hayat önden çizilmiş olur. Platon için hedef net bir şekilde, aklın ruh üzerindeki iktidarı ele geçirmesi, cesur veya öfkeli parçanın bunun için onun yanında durması ve içgüdülerin bu iktidara boyun eğmesidir. Böylesi bir içsel uyuma ve vazifelerin adil bir dağılımına ulaşıldığı zaman insan “vakar” ve “öz-hâkimiyet”e (sôphrosynê) erişmiş olur. İyi bir ruhsal hâle dair hedefe giden yolu, Platon’un diyaloglarının önemli bir kısmını adadığı “terbiye” veya “eğitim” (paideia) gösteriyor. Platon, adına bugün pedagoji dediğimiz bilimin kurucusuydu.

    Günümüzde, tüm insanların özde aynı olduğuna dair telakki baskındır. Hristiyan öğretiye göre bütün beşerî ruhlar tanrı karşısında aynıdır. Kant ve çağdaş egaliteryanizme göre bütün insanlar aynı haysiyete sahiptirler. Ancak tabii hiyerarşilerden yola çıkan Platon ve Aristoteles’in düşüncesi için genel olarak insanların eşitliğine dair fikir yabancıdır. Platon’a göre ruhun üç farklı parçasına uyumlu olarak üç farklı tür insan da vardır. En aşağı ve en yukarı türdeki insanlar ona göre, tıpkı en aşağı ruh parçası olan arzu ile en yukarı ruh parçası olan aklın farklılığı gibi kökten farklıdırlar. Platon’a göre üç insan türü arasında bir hiyerarşi ve aşırı da bir değer farkı vardır.

    En aşağı insan türünün hayatı, duyusal arzuların gerçekleşmesi etrafında dolanır. Buradan ortaya çıkan zevk, onlar için güzel ve mutlu bir hayatı teşkil eder. Bu sebeple, duyusal zevkleri tedarik edebilmek için para ve kazanca rağbet ederler. Bu insan türü, öğrenmede ve şerefteki zevki kıymetsiz addeder. Platon’un Politeia’sında tasarladığı iyi siyasi düzen içerisindeki ikinci ve daha üstün insan türü savaşçı sınıfına mensuptur. Onların hayat gayesi, güç, zafer, şöhret ve “şeref”e (timê) erişmeye dairdir. Bu insan türü, para zevkini bayağı ve aşağı, öğrenme zevkini ise gereksiz ve anlamsız addeder. Platon’a göre en yüksek insan türü, öğrenmeye ve hakikat ve hikmete erişmeye rağbet eden filozoflardır. Bu istisnai insanlar onun siyasi düzen taslağında değişimli olarak yönetici olsalar da, onların asli hayat şekli, her şeyden önce tanrısal biçim ve ideaların ve düzenlerinin izlenimi olan idrakin teorik yaşamıdır. Kadınlar Platon’a göre erkeklerden aşağı olsalar da, en yüksek insan türüne mensup olabilirler.

    M. Ö. 384’de doğan Aristoteles’in ruh öğretisi, Platon’unki ile irtibatlıdır. En yüksek ruh parçası, akıl, genellikle arzularla tezat ve kavga içerisindedir. Ancak ruhun arzu ve rağbet eden parçası, akılda pay sahibidir ve onu baba ile oğulda söz konusu olduğu gibi dinleyip takip edebilir. Aristoteles için, arzu ve rağbet eden ruh parçasına tayin ettiği insanın karakterinin veya etik yetkinliklerini [arete] geliştirmesi merkezî öneme sahiptir. Tıpkı evvelinde Platon’un erdemlilik öğretisinde olduğu gibi Aristoteles bundan her şeyden önce adalet, vakar ve yürekliliği anlamaktadır. Platon için olduğu gibi Aristoteles için terbiye veya eğitim, etik yetkinliğe erişmek için belirleyici araçtır. Aristoteles bundan tekrar zihinsel yetkinlikleri ayırmaktadır. Bunların hepsinden önce “akıllılık” (phronêsis) ve “bilgelik” (sophia) anlamaktadır. Etik yetkinliklere her şeyden evvel ahlaken doğru eyleme alışmakla erişebilirken, zihinsel yetkinlikler öğrenme ve okuma ile edinilmektedir. İyi ve mutlu bir hayat için Aristoteles’e göre belirleyici olan, insanın ruhunun imkânlarını, her şeyden evvel akıl yeteneği olan parçalarını geliştirip etkince gerçekleştirmesidir.

    Batı düşüncesi için Aristoteles’in insanı, logos, yani dil ve akıl sahibi varlık (zôon logon echon) olarak tanımlaması etkileyici olmuştur. Bu insanı diğer varlıklardan ayırt eder. Bu tanımın Latince çevirisine göre insan animal rationale, yani akli/rasyonel hayvandır. Burada zôon, “hayvan” veya “varlık” ile tercüme edilebilir. Aristoteles’e göre insan ve hayvan arasında bir süreklilik mevcuttur. Başka meşhur bir tanıma göre insanı diğer sürü hayvanları gibi -örneğin arı ve karıncalar gibi- “siyasi varlık” veya “siyasi hayvan” (zôon politikon) olarak kavramaktadır. Ancak Aristoteles, insanın diğer sürü hayvanlarından “daha” (mallon) siyasi bir varlık olduğunu da vurgular. Politeia’sının (I. 2) başında açıkça belirttiği gibi bu, insanın diğer hayvanlardan logos’u itibariyle niteliksel ayırt ettiği anlamına gelmektedir. Tabiatta her şey gibi logos’un da bir “amacı” veya bir “hedefi” (telos) vardır. Böylece logos insanın, iyi ve kötüyü, adaleti ve zulmü, yararlı ile zararlı olanı işitebilmesini ve bunlar üzerine diğer insanlarla anlaşabilmesini sağlamaktadır. Bu konulardaki topluluk Aristoteles’e göre aile ve siyasi topluluk olan Polis’i (şehri) kurar. Aristoteles’e göre insan sadece hayvanlarla değil, tanrı ile de akrabadır. Platon gibi o da “idrakin”, yani onun “tininin” (nous) tanrısal bir öğe taşıdığını telakki eder.

    Aristoteles Platon’un, insanın farklı türlerinin tabiat itibariyle pek farklı nitelikte olduklarına dair temel kanaatini paylaşır. Bu temel kanaat, onun siyaset felsefesinin antropolojik varsayımıdır. Aristoteles’e göre aşırı eşitsizlik, tabiat itibariyle hür ve “tabiat itibariyle köle” (physei douloi) olan insanlar arasındadır. Tabiat itibariyle köle olanları barbarlar ile yani Yunan olmayan halkların mensupları ile eşit tutar. Tabiat itibariyle köle olan ile tabiat itibariyle hür olan insanın farkı, ruhu bedenden ve insanı hayvandan ayıran fark kadar büyüktür. Onlar her şeyden evvel, tabiatları itibariyle akıllı ruh parçalarının ve böylelikle zihin ile öngörüde bulunabilme yetisinin eksikliği ile tanımlanırlar. Onlar sadece, efendilerinin talimatlarını anlamalarını sağlayan o akıl yetisi bulunan, arzulayan ve rağbet eden ruh parçasına sahiptirler.

    Hür Yunanlar da Aristoteles’e göre tabiatları itibariyle birbirlerinden ciddi ölçüde farklıdırlar. Erkek ve kadınlar sadece bedensel değil, psikolojik olarak da birbirlerinden farklıdırlar, zira kadınların karar verme kudreti eksiktir. Ayrıca kadınların etik yetkinlikler konusunda, erkeklerden farklı bir şekilde nasipleri vardır. Aristoteles’in yönetici ile eşit tuttuğu hür adam, kadınların aksine etik erdeme kusursuz bir şekilde sahiptir ve bundan dolayı da onun hükmedip yönetmesi gerekir. Erkekler kadınlardan daha iyidirler ve tabiatları gereği idare ve yönetime daha yatkındırlar.

    Aristoteles’e göre hür Yunan erkekler kendi aralarında her şeyden evvel yetkinlik ile beceriksizlik ve onlar için olanaklı olan hayat biçimi açısından bir hayli farklıdırlar. Onların kendilerinde spesifik beşerî yetkinlikleri geliştirmeleri ve etkince gerçekleştirip gerçekleştirmemeleri, onlar için hangi hayat biçiminin olanaklı olduğuna ve onların “saadete” (eudaimonia) erişip erişemeyeceklerini belirler. Aristoteles, hür Yunanların büyük bir bölümünü ve böylece çoğunluğunu tabiat itibariyle spesifik beşerî yetkinlikleri kendilerinde kapsamlı bir şekilde geliştirebilmeleri konusunda yetersiz bulur. Büyük bölümü, akıl yetisi olan, arzulayan ve rağbet eden ruh parçası tarafından sürüklenir ve aklın nasihatlerini işitmeye pek yatkın değildir. İnsanların çoğunluğunun yetişkin olduktan sonra da hâlâ tutkuları için yaşaması ve birincil olarak bedensel arzulara rağbet etmesi Aristoteles’e göre onların karakterinin hamlığını gösterir. Halk topluluğu, köle ve hayvanlar gibi sadece duyusal zevkin tadını çıkarabilir ve dolayısıyla saadete götürmeyen “zevkin yaşamını” (bios apolaustikos) tercih eder. Aristoteles’e göre hür Yunanlar arasındaki en uç fark, halk topluluğu ile, “idrake” veya insanın en asil, iyi ve kıymetli parçası olarak kavradığı “tine” göre temaşa hâlinde bir hayat yaşama (bios theoretikos) ve kusursuz saadete ulaşabilme olanağına sahip az sayıda filozof arasındadır. Halk topluluğunun az sayıdaki iyi ve yetkinlere zıt olarak spesifik beşerî yetkinlikleri kapsamlı bir şekilde geliştirememesi Aristoteles’e göre sadece onların tabiatları ile gerekçeli değildir. Hür Yunan erkekleri arasındaki eşitsizliğinin toplumsal sebepleri de vardır. Zira halk topluluğu daha üst sınıfların aksine çalışmak zorundadır ve dolayısıyla etik ve zihinsel yetkinlikleri kapsamlı bir şekilde geliştirmek için gereken vakit ve isteğe sahip değildir.

    Platon ve Aristoteles’in insan tasavvuru hiç şüphesiz sadece günümüz eşitlik düşüncesi için değil, feminizmi ve kozmopolitizmi için de ciddi bir tahrik teşkil ediyor. Bu bilhassa Aristoteles’in tabiat gereği köle öğretisi ile Platon’un, en üst ve en alt insan türünün akıl ve arzu kadar aşırı şekilde birbirinden farklı olduklarına dair görüşü için geçerlidir. Hiddetle Platon ve Aristoteles’in görüşlerine sırt çevirmektense, asli felsefi düşünce, insanın özüne dair her daim güncel olan soruya sundukları günümüze uymayan cevaplarının sebepleri incelenmeye çalışılmalıdır.

    *Prof. Dr., İstanbul Şehir Üniversitesi Felsefe Bölümü