ŞEYH GALİB’TE İNSAN TELAKKİSİ
Şeyh Galib klasik edebiyatımızın son büyük şairi olarak kabul edilir. Hayatı boyunca Mevlevi kültürü içerisinde bulunmuş ve nihayetinde Galata Mevlevihanesi’nin postnişinliğini de yapmıştır. Ehl-i tarik bir şair olmasının yanında III. Selim’le olan dostluğu bakımından da dikkat çeken bir isimdir. Hem dönemin büyük şairi olması, hem Galata Mevlevihanesi Şeyhi olması hem de dönemin sultanıyla yakın ilişkileri dolayısıyla devrinde etkin ve karizmatik bir isim olarak telakki edilmektedir. Şeyh Galib bu karizması neticesinde mesleği ve kendi estetik anlayışı doğrultusunda yaşadığı dönemin sorunlarına eğilmiş, bu sorunlara ilişkin mutedil bir üslupla çözüm önerilerinde bulunabilmiştir.
Bilindiği gibi, Şeyh Galib’in yaşadığı 18. yüzyıl dünya genelinde bir krizin doğum sancılarının çekildiği çağdır. Aydınlanmanın bütün gücüyle Avrupa’yı kuşattığı ve hâkimiyetine aldığı bir dönemdir. Geleneksel dönemin sona erdiği ve insanın bir yüzyıl sonraki büyük krizine dair şaşkınlıkla boğuşmaktadır. Sanayi devrimi gibi gelişmeler dünyanın bütün siyasi düzenini değiştirmekteyken Aydınlanma da topyekûn bir zihniyet değişimine neden olmaktadır. Batı’da her alanda ciddi bir dönüşümün olduğu bu yüzyılda Doğu teknolojik ve siyasi dönüşümler doğrultusunda gittikçe artıp derinleşecek bir krizin ilk semptomlarıyla karşılaşmaktadır. Zihniyetin ve elbette arkasında topyekûn insanın tehdit altında olduğunu henüz idrak edememiştir. Doğu’yla birlikte Osmanlı da aynı kadere mahkûmdur. Devlet-i Âliye’nin elitleri mukadder ve mutlak bir değişimin muhtemel tehditlerinin teknolojik ve siyasi düzlemdeki bir takım ıslahatlarla bertaraf edilebileceğine hükmetmiştir. Kanuni’den itibaren fark edilmeye başlayan bu değişime karşı ilk tepkiler bu yüzyılda ortaya çıkmıştır. Lakin onlar da fazlasıyla yetersiz kalmıştır. Her ne kadar sultana verilen layihalarda liyakat, ahlak gibi bir takım izaha muhtaç kavramsal değiniler olsa da topyekûn bir insan meselesi hiçbir zaman tartışılamamıştır. Bu dönemde bir felsefi sorun olarak insandan ziyade devletin kurtarılması üzerine yoğunlaşılmıştır.
Şeyh Galib’in yetiştiği çağ, tarihimizde bir ıslahat devri olarak anılır. Askerlik ve politika alanında birbirini kovalayan başarısızlıklar, imparatorluğun ve tebaasının özgüvenini sarsmış, Batı’ya ayak uydurmak gibi çok katmanlı ve telaşa gelmeyecek bir zorundalığın farkına varılmıştır. Bu farkındalığı icraata geçirerek devleti kurtarmaya çalışan III. Selim meseleyi tüm veçheleriyle değerlendirmenin gerekliliğini idrak etmiş ve farklı alanlarda uzmanlaşmış isimlerden bir takım layihalar talep etmiştir. Gelen teklifler doğrultusunda da askeriyeden eğitim sistemine kadar her alanda geniş ıslahat hareketlerine girişmiştir. Burada III. Selimle yakın dostluğu bulunan ve her fırsatta kendisini desteklemekten geri durmayan Şeyh Galib’in dönemin sorunları çerçevesinde insan anlayışını değerlendirmeye çalışacağız. Elbette klasik dönemin yüksek bir üsluba ve derinliğe sahip büyük bir şairini, hele bir de insan anlayışıyla değerlendirmek bu yazının çok ötesinde bir gayret ve mesai gerektirmektedir. Ancak onun meşhur terci-i bendi üzerinden insan anlayışına dair bir takım notlar düşülmesi de mümkün görünmektedir.
Arnold Toynbee tehdide maruz kalan medeniyetlerin kendilerini korumak için gösterdiği reaksiyonları iki kavram üzerinden izah eder: Zelotizm ve Herodianizm. Zelotizm tehdide uğrayan cemiyetin kabuğuna çekilip gelenekçi olması, herodianizm ise düşman medeniyetin silahlarını kullanarak mücadele etmesidir.1 Şeyh Galib bu hususta her iki kavramı da içeren sahih bir tepkinin şairidir. Gelenekli bir şair olarak kendi geleneğinin terbiyesi ve usulünü terk etmez. Lakin geçmişe takılıp kalmak yanlısı da değildir. Onun şiir diline dair yenilik ve sadelik taraftarı olmasıyla Islahat Padişahı Sultan III. Selim taraftarı olarak arzıendam etmesi aynı hâlin tezahürüdür. Lakin şu da bilinmelidir ki Osmanlı şiirinin ya da düşüncesinin devrimci bir tabiatı yoktur. Tabiricaizse Osmanlı şiiri ve düşüncesi evrimsel bir süreç takip eder. Ağır ağır ilerleyen ve nesilleri kucaklayan bir yenilenmenin taraftarıdır. Elbette Şeyh Galib de, en önemli temsilcilerinden biri olarak, bu tavrın insanıdır.
M. Kayahan Özgül’ün ifadesiyle gelenekli Osmanlı şiiri ilerlemez; dört boyutta genişleyerek gelişir. Dikey bir seviye hattında yukarıda entelektüele, aşağıda halka; yatay bir zaman düzleminde de her iki yöne doğru daha derine… Şiir yenileşme sürecini yaşarken de gelişmeye ilaveten değişir; fakat dönüşmez.2
Şeyh Galib Özgül’ün izah ettiği bu sürecin mühim örneklerinden biridir. Onun geleneğe dair sadakati ve titizliği dikkat çeker. Önceleri Nedim, çağdaşlarından Muvakkitzade Pertev Efendi, Leskofçalı Galib ve sonraları Şinasi gibi klasik divan tertibinde farklı türleri görmezden gelerek şiirler yazması düşünülemez. Diğer yandan çağdaşı Nâbî gibi yalnızca Hikmet ağırlık şiirlere de itibar etmez. O geleneğin çizdiği çerçevede bir divan tertip ederken yenileşmeyi de kontrollü ve özgüvenli bir şekilde devam ettirir. Tepkisel ya da nispeten devrimci bir anlayışın değil, itidalin şairi olarak tezahür eder. Sözünü geleneksel türlerin belirlediği çerçevenin içerisinde herhangi bir heyecana prim vermeden söyler. Takdir ederken ölçülü, tenkit ederken anlayışlıdır. Onun şiire bakışıyla insana bakışı paraleldir. İnsana dair uyarılarını, beklentilerini ve tespitlerini de aynı geleneğin mutedil ikliminde yapmaya özen gösterir.
Lakin bu itidal ve titizliğe riayet ederken söylemek istediğinden de geri durmaz. Özgül’ün yerinde tespitiyle genişleyen bir şiir evreninde geçmişi incitmeden ya da geleceği yüceltmeden anın hakkını vererek yazmaya devam eder. Böylesi bir çağda şiirlerini böylesi mutedil bir üslupla kaleme alan şairin insani krizin bertaraf edilebilmesi yönündeki gayreti de bu yüzden görülmeyebilir. Bugünün körlüğü geçmişin hakikatini örtmeye yetmez elbette. Ama geçmişe dair değerlendirme yaparken de ziyadesiyle dikkatli ve rikkatli olmak icap eder. Hem klasik edebiyatta hem de turuk-u aliyenin en mühim kollarından biri olan Mevlevilikte temayüz etmiş bir ismin eserlerini değerlendirmek için de aynı dikkate ihtiyaç duyulur.
Biz de bu dikkatle Şeyh Galib’in meşhur terci-i bendi çerçevesinde onun insan anlayışına dair notlar düşmeye çalışacağız.
Şeyh Galib,
Ey dil ey dil niye bu rütbede pür-gamsın sen
Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen
diye başlayan terci-i bendinde kendi gönlünün şahsında, yorulmuş ve hastalanmaya yüz tutmuş bir devletin hastalığıyla malul dönem insanına seslenmektedir. Mevlevi bir şair ve mürşid-i kâmilin insana dair kurduğu söylem elbette ki genelde İslam’ın özelde ise Hazreti Mevlânâ’nın belirlediği çerçeve içerisindedir. İlk bakışta aynı şeyleri söylemektedir. Lakin söz söylendiği dönemle mukayyettir ve çağın idrakine, izanına göre değişebilir. Bu minvalde, Şeyh Galib de tabiricaizse çağlar boyunca değişmeyen hakikati kendi kabından ikram etme yoluna gitmiştir. Onun özgünlüğü de ustalığı da buradadır.
İslam geleneğinin insana bakışı her dönemde aynıdır. İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Gayesi de Allah’ın rızasını kazanmaktır. Hazreti Mevlânâ’ya göre insan ancak fizik ve metafiziğin uyumuyla kemale erebilir. Yeryüzü bir imtihan merkezidir. İmtihanlar çeşit çeşittir. İnsan bütün bu imtihanları kendisinden gizlenen ilahî cevher marifetiyle geçebilir. Şeyh Galib, terci-i bendin ilk dizesinde “genc-i mutalsamsın sen” derken bu ilahî cevheri imlemektedir.
Bilindiği gibi “İnsan” etimolojik olarak “üns” ve “nesy”i mündemiçtir. Arapçada “üns” “ülfet” ve “alaka” manalarına gelir. “Nesy” ise “gaflet” ya da bildiğini unutmak anlamlarına gelmektedir. Yani “üns” insanın ünsiyet ve irtibat kabiliyetini imlerken “nesy” ise onun gaflete düşüp, ahdini unutabileceğine ve yaratıcısına asi olabileceğine işaret eder. Etimolojik olarak her iki anlamı da kapsayan “insan” kavramının tanımı Mevlânâ’nın tanımıyla örtüşür. Mevlânâ’ya göre insan ulvilik ve süfliliğin, akıl ve şehvetin buluşma noktası olup, bütün problemlerine rağmen varlıkların en değerlisidir.3 Hazreti Mevlânâ’nın izinden giden Şeyh Galib varlıkların en değerlisi olan insana “cümle-i akvamsın” diyerek Mevlânâ’nın görüşleriyle uyum içinde olduğunu göstermektedir.
Ruhsun nefhâ-i Cibril ile tev’emsin sen
Sırrı Hak’sın mesel-î Îsi-i Meryemsin sen
İnsan Allah’ın sanatının en önemli eseridir. Eşrefi mahlûkat yani yaratılmışların en şereflisidir. Şeyh Galib bunu kendi ifadesiyle anlatmaya çalışırken “Nefha-i Cibril ile tev’em”dir der, yani ruh-i ilahînin nefhasına sahiptir.4 Kendisinde Allah’tan bir soluk vardır. Tam da bu yüzden yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Allah’ın sıfatlarının mazharıdır. Bu Şeyh Galib’in deyişiyle “Sırr-ı hakk”tır.
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-î dîde-i ekvân olan âlemsin sen
Zatına hoşça bakması gereken insanın değeri tam da buradadır. Yaratılmışların göz bebeği olarak Allah’ın iltifat ve itibar ettiği insanın kendisine bakışındaki sıhhat âlemi neyse o olarak görebilmesindedir. Kınalızâde de hikmeti bu şekilde tanımlar. Zamanın ve mekânın değişmeleri, buhranlar, krizler, belalar ya da saltanatlı günler bu bakışı etkileyemez. Bu bakışın sıhhatiyle insan görebilir ve eyleyebilir. Nesnelerin ardındaki hakikati yine bu sahih bakış sayesinde idrak edebilir.
Şeyh Galib’in bu bakışını Victoria Holbrook gayet güzel izah edebilmiştir. Galib’in Namık Kemal’e kıyasla Allah-Birey ilişkilerine yoğunlaştığını zikreder. Mukayesede Namık Kemal’i kullanıyor olması manidardır. Tanpınar’a göre İslamcılığın şampiyonu sayılan ve kendisinden sonraki dönemlerde de etkisini istikrarlı bir şekilde sürdüren bir figür olarak Namık Kemal şahsi tecrübesiyle var olan ve kendiliğinden sorumlu olan insandan ziyade halk-millet-devlet bağlamında nesneleşmiş, neferleşmiş bir insana vurgu yapar. Şeyh Galib’in aksine insanın ufkunu yeryüzüne indirip onu daha basit bir düzlemde yeniden değer/siz kılmaya çalışır. İnsanı ontolojik bir varlıktan ziyade siyasi bir figür olarak değerlendirmek yanlısıdır. Bu minvalde insanı yatay bir düzlemin nesnesi hâline getirir. Bakışındaki sıhhat bozukluğu insana dair düşüncesini de etkilemiştir. Oysa Şeyh Galib gelenekli bir şair olarak geçmişin tecrübesiyle mücehhez ve müzeyyendir. Geçmişe takılıp kalmaz, geleceğin anlamsız heyecanıyla da malul değildir. Kendi anının derdini taşır ve kendi anının şiirini söyler. İnsanın dikey bir düzlemde değerlendirilmesi ve onun değerler manzumesiyle birlikte varlığını inşa edebileceği görüşündedir. Bu dikey düzlemde zaman ve mekân ne kadar değişirse değişsin insan hep aynı düzlemde aynı dertle kaim olacaktır. Piri Hazreti Mevlânâ gibi, Allah-İnsan irtibatına vurgu yaparak, asıl gayenin ahlaki anlamda “insan-ı kâmil” modeline ulaşmak olduğunu ifade eder.
Bunu yaparken kendi standartlarından vazgeçmez. Dünyayla arasındaki ilişki de ümit ve endişenin ötesinde bir itidal hâkimdir. Devrin sultanıyla yakın bir ilişki kurar lakin patronaj sistemini kabul etmez. Devletle arasındaki ilişkide denge gözetir. Bu dengenin kerteriz noktasını da kendi irfani zemini üzerine inşa eder. Şeyh Galib bir mürşid-i kâmildir. Muhatabı insandır. Lakin onu fikir/teori düzleminde tartışmanın ısrarını vurgular. Gündelik hayatta yürüttüğü seyr-i sülukun pratik taraflarını şiirine taşımaz. Bütün çağlarda ve coğrafyalarda diri kalabilecek bir dilin peşindedir. Çünkü onun görüşünde insan küçük âlemdir ve zamanın mekânın ötesinde bir fikir olarak hayatına devam eder. Çok daha pratik amaçlarla kendi dervişleri için hazırladığı söylenen Es-Sohbet-i Sufiyye adlı eseri dahi bu evrensellik iddiasını bünyesinde barındır. Bir tarikat şeyhi olarak insan yetiştirme mesaisinin ötesine geçip daha geneli şamil bir şiiri inşa eder.
Geleneksel İslam toplumlarında tekkelerin toplumsal hayatın ana kaynaklarından biri olduğu herkesin malumudur. Orada yetişen insan hayatın her alanında kâmil bir birey olarak görevini hakkıyla yerine getirebilecek kudrete, ehliyete ve liyakate sahip olabilmesi öngörülmektedir. Lakin tarikat düz anlamıyla devlete ya da belli bir organizasyona adam yetiştirme kurumu değildir. Orada yetişen, pişen insan ait olduğu topluma, döneme, çağa ya da teşkilata sadakatinde kemale ermiş insan olduğu için böylesi bir mümbit kaynak olarak çağlar boyu hayati bir boşluğu doldurabilmiştir. Şeyh Galib’in döneminde de azalarak da olsa bu düstur devam etmektedir. Kayahan Özgül’ün ifadesiyle devletin kaderini değiştirebilecek, meşrutiyetin, anayasanın, kamuoyunun oluşmasını sağlayacak insanlar büyükçe bir kısmının yolunun tekkelerden geçmesi, tesadüfle açıklanamaz.5 Lakin devir değişmeye başlamıştır. Yine tekkelerdeki özgür ortamın sayesinde de olsa kısa bir süre sonra çok daha profan bir şair ve udeba kesimi etkisini göstermeye başlamıştır. Şeyh, dede, imam ve vaiz gibi isimlerin yerini daha dünyevi şairlerin aldığı gözlemlenir. Kayahan Özgül bu minvalde bir profanlaşmanın neticesinde hikemî şiirin yükseldiğini ve hatta Nâbî ve onun mektebinden yetişen dindar şairlerin de bu ekolün temsilcisi ya da destekleyicisi olabildiklerinden söz eder.6 İşte Şeyh Galib şiirinde bu tehlikeyi görür. İnsanın geleneğin düsturuyla var olabileceğinde ısrar eder. Yeri gelmişken değinmek icap ederse onun Hüsn-ü Aşk adlı eseri Hüsn ve Aşk arasındaki ilişki özelinde baştan sona bir insanın nasıl kemale ulaşacağının hikâyesidir.
Şeyh Galib’in Nâbî’nin hikemî şiirine ve onun patronaj sisteminin gölgesinde şairliğini yürütmesine itirazı da bu bağlamdadır. Devletle arasındaki mesafede dengeyi gözeten Şeyh Galib Nâbî’nin şahsında hikemî şiire itiraz ederken de ehliyet ve liyakate sadakat gösterilmediği yerde hikmetin gölgesindeki profanlaşma ihtimalini ve yeni profan insanı görüyor gibidir. Elbette hem Hüsn-ü Aşk’ta hem de divanında bu ihtimale karşın geleneğin insanına taraf bir tavır takınmaktadır.
Kayahan Özgül Osmanlı’da ulema, umera, rical-i devletin karakteristiklerinin bir yere kadar takip edilebileceğini lakin sıradan insan tipini belirlemenin zor olacağını ifade eder.7 Gelenekli toplumlarda sembolik ve elit bir dilin ve üslubun revaçta olması küçük insanın, sıradan insanın metinde görülmemesini ya da ihmal edilmesini beraberinde getirir. Lakin bunu bir eksiklik olarak değil de hiyerarşisi ve sınıfsal temeli sağlam bir toplumun kendini ifadedeki titizliği olarak okuyabiliriz. Bu titizlik temelde teorik bir anlatımı dayatmaktadır. Dönemin şairi her ne maksatla olursa olsun, ait olduğu geleneğin kemalinden dolayı sıradan, küçük insanı konu edinmez belki ama onu da doğrudan etkileyebilecek bir insan ideasını tartışır. Böylece hem genel ve evrensel bir çerçeve çizer hem de çağlar ötesi bir dirilik kazanır. Şeyh Galib’in bugün de büyük bir şair olarak kabul edilmesinin en mühim sebeplerinden biri bu hususlardaki ustalığıdır. Şeyh Galib’in şiire has titizliği Özgül tarafından da zikredilmiştir. Özgül, 18. yüzyılın klasik şiir tarihinin en fazla şair yetiştirdiği ama yalnızca Nedim ve Şeyh Galib’i kabul ettirebildiği bir yüzyıldır8 derken bu titizliğin hakkını teslim etmiştir. Hâliyle Şeyh Galib’in insana dair hassasiyeti de bu titizlik mesabesinde olacaktır.
O insanın, emanetçisi olduğu kutsal ruhun sorumlusu olarak ve potansiyeliyle tartışılması taraftarıdır. İnsanın maddi yanıyla değil özüyle yani ruhuyla değerlendirilebileceğini ve ancak bu şekilde zamanın ve mekânın ötesinde bir bakışa sahip olabileceğini savunur. Yalnızca burada konu edindiğimiz terci-i bendinin dahi onun insana dair fikrinin hülasası olabileceğini söylemek çok da iddialı olmaz kanaatindeyim.
Merteben ayn-ı müsemmâdadır esmâ sanma
Merciin Hâlik-ı eşyâdadır eşyâ sanma
Galib’in bu beytinden insanın yaratılmış bir varlık olarak, maddi anlamda sahip olduğu hususiyetler ve meziyetler sebebiyle değil bilakis bu sebepleri ona veren, kendi ruhundan ona ruh üfleyen Allah’ın varlığından ve cömertliğinden dolayı yeryüzünün halifesi olduğunu anlarız. Burada Allah’ın bütün isimleri Âdem’e öğrettiğini belirten ayete işaret edilmektedir.9 Bu ayetin ışığında insana asıl itibarını kazandıran hususun esmayı bilmesi değil, Allah’ın bu isimleri öğretmek için insanı tercih etmesi ve insana iltifat etmesidir. Şeyh Galib tam bu hakikate olan imanı ve itimadıyla “cihanda itibarım varsa sendendir” diyebilmektedir. Şeyh Galib’in derdi dünyanın geçiciliğini idrak eden ama dünyadan geçip giderken hoş bir sada bırakmanın da gerekliliğini farz kabul eden bir insandır. Şairliğinde de, kendi şeyhliğinde de, III. Selim’le olan dostluğu neticesinde sahip olduğu aydın kişiliğinde de yeniden bu insanın hâkim olması için gayret eder.
Gördüğün emr-i muhakkakları rü’yâ sanma
Başkasın kendini sûretle heyûla sanma
Mevlânâ dünyada insanın başına gelebilecek her şeyin bir hayalden ibaret olduğunu, insanın yaşadıklarının ve hissettiklerinin, barışın ve savaşın hatta övünmenin ve yerinmenin bile dâhil edilebileceğini ifade etmektedir. İslam dinine göre hakiki âlem bu dünya değildir. Bu dünya bir oyun ve eğlenceden ibarettir. İnsan bu dünyada bir aldanma içerisinde olabilir. Galib buradaki aldanmayı tarif ederken dünyanın aldatıcılığından değil, insanın kendi değerine olan inancından şüphe etmeye başladığında ortaya çıkan bir aldanma olduğunu söyleyerek şiirin muhatabını uyarmaktadır. Şeyh Galib heyulanın zahirdeki heybeti aldatıcıdır der ve Osmanlı insanının bu aldatıcılığın büyüsüne kapılıp kendisini unutmasına gönlü elvermez. Dönemin Osmanlısının Batı karşısındaki şaşkınlığı ve endişesi hatırlandığında bu beytin anlamı daha da genişler.
Berk-ı hâtıf gibi bû kayd-i sivâdan güzer et
Erişen hâr u hasa âteş-i aşkı siper et
Şeyh Galib önceki beyitlerde insanın ne olursa olsun ümitsizliğe düşmemesi gerektiğini, yoksa yolunun bela sahrasına düşeceğini ifade ettikten sonra bu bela sahrasına düşmemek için tutunacağı dalı işaret eder. Bu dal aşktır. Aşk ile Allah’ı seven O’nun tarafından sevilmeyi de hak eder. Galib Allah’tan gayrı bütün varlıklardan, çakıp sönen, gelip giden bir şimşek gibi geçip gitmesi gerektiğini ifade eder. Ve bela sahrasından üzerine esen rüzgârla gözünü körelten çer çöpe karşı aşk ateşini siper etmesini tavsiye eder.
Sonuç
Şeyh Galib’in büyük bir medeniyetin mensubu olarak söyledikleri elbette ki o medeniyetten ayrı olarak değerlendirilemez. Başta da söylediğimiz gibi onun insan anlayışı genelde İslam’ın özelde ise Mevleviliğin insan anlayışıdır. Lakin bunu başka bir dille, başka zevkle söylemiştir. İlaveten Şeyh Galib’in yaşadığı devrin hususiyeti de göz önünde bulundurulduğunda onun çözülmeye yüz tutmuş insana kendisini hatırlatıyor olması ve bunu geleneğin görkemli adabını terk etmeden yapıyor olması başlı başına özgünlük olarak da okunabilir. Bu özgünlük çağdaşı olan Nedim ve Nâbî’yle mukayesesinde daha da belirginleşir. Divanına tevhit, münacat, naat ve mersiye gibi türleri almayarak profanlaşmaya yol açan Nedim’in aksine bütün türlerde eser verdiği gibi Nâbî’nin hikmet ağırlıklı yaklaşımına da yüz vermez. O bu ikisinin ortasında bir yolu takip eder. Geleneğe divanında yer açar ama uzatmaz, divanında hikmeti de konu edinir ama onun karşısına kararında bir ironiyi koymayı da ihmal etmez. Bu yaklaşımı insanın dünya hayatındaki yerinin neresi olacağına dair bir çerçeve çizer. Ahireti arzulayan ama bu dünyayı da onu yaratandan dolayı seven, teslimiyetinde kemali arayan ama kendi cüzi iradesinin hakkını vermeye gayret eden bir insanı takdim eder.
Şeyh Galib insanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak arzıendam ettiğini söyler. Kendisinde var olan ruhun zamanın ve mekânın ötesinde bir hayatiyete ve kudrete sahip olduğunda ısrar eder. İnsanın zaman ve mekânla mukayyet bir bedenin içerisinde olması onun imtihanıdır. Lakin o bir bedenden ibaret değildir. Kendisini saran parmaklıkları, kuşatan kafesi ruhu ve aklıyla aşabilir. Muhatap olduğu imtihanın zorluklarını kendine dönerek, kendini hatırlayarak ve özündeki cevhere sahip çıkarak aşmak durumundadır.
Güzellik ve aşk Şeyh Galib’te insanı uçuran iki kanattır. Onun en mühim eserine Hüsn-ü Aşk ismini vermesi de bu şekilde düşünülmelidir. Hüsn-ü Aşk’ta insanın tekemmülünü hikâye ettiği açıktır. Bu kemal sürecinde güzellik ve aşkın yeri mühimdir. İnsan vazifesi icabı dünyayı ve kendisini güzelleştirmekle mükelleftir. Bu gayeyi yerine getirirken de aşk ile yapması gerekmektedir. Sahih bir geleneğin temsilcisi olan Şeyh Galib insanın ihtiyaç duyduğu aşkın dikey bir düzlemde onu ayakta tutacak, ona yol aldıracak ilahî aşk olduğunu açıkça söyler.
İsmet Özel Yunus Emre’den günümüze insan meselesi sadece şiir içinde tartışılabilmiş, şiir içinde zikredilmiş bir meseledir der (İsmet Özel, 2008: 160). Özel, bu görüşünden sonra Homeros’tan bahsederek, Yunan milletini ve insanını Homeros’un yarattığını söyler. Yani dağınık ve ortak bir kanonu olmayan bir milletin küllerinden yeni bir millet ve insan oluşturur Homeros. Şeyh Galib de bir kırılmayla karşı karşıya kalan Osmanlı toplumunda yeni bir soluğun, tavrın ve insanın arayışındadır. Onun geleneksel düşüncenin imbiğinden geçirerek sunduğu insan anlayışından etkilenen oradan yola çıkarak döneme yeni bir insan tipi arayışı ziyadesiyle mühimdir. Lakin hiçbir zaman bu bağlamda anlaşılamamıştır. Türk düşüncesinde ve edebiyatındaki mukayese noksanlığı, tür taassubu Şeyh Galib’i yalnızca bir şair olarak okunmaya zorlamıştır. Oysa yalnızca III. Selim tarafından Nizâm-ı Cedîd’in üst düzey subaylarına Mesnevi sohbetleri yapmakla görevlendirilmesi dahi tesis edilmek istenen yeni düzenin insan anlayışına dair birçok veriyi barındıran bir vaka olarak okunabilirdi.
Kayahan Özgül’ün dediği gibi “İslam Felsefesi ‘arayan bulur, bulan bilir, bilen söylemez’ şeklinde özetlenebilecek ledünni bir öğrenme biçiminden ibarettir. Bu hâl aynıyla şiirde de yaşanır.”10 Özellikle tasavvufi şiirin insanla ilişkisi dolaylı bir ilişkidir. Sıradan insanların dili ve anlayışına yönelik özel bir basitleştirme çabasına girilmez. Özgül’ün tespitiyle “Yunus’tan beri, ruhundaki çalkantıları dindirecek liman arayanlar bir şeyhe intisap için uğraşır.”11 İsmet Özel’in işaret ettiği mana Özgül’le birlikte daha da aşikâr hâle gelir. İnsan insan olmak için bir rehbere, bir yola, bir usule ihtiyaç duymaktadır. Şeyh Galib döneminin önemli bir aydını, entelektüeli olmasının ötesinde manevi bir rehber olarak da Osmanlı insanına konuşurken işte bu çerçevede konuşmaktadır.
- 1 Özgül, M. Kayahan, Divan Yolundan Pera’ya Selametle, Hece Yayınları, Ankara, 2006, s. 11.
- 2 A.g.e., 11.
- 3 Altıntaş, Ramazan, “Mevlânâ’nın Teolojisinde İnsan Tasavvuru”, Türk Kültürü Edebiyatı ve Sanatında Mevlânâ ve Mevlevilik-Ulusal Sempozyum Bildirileri, Selçuk Üniversitesi Matbaası, Konya, 2007, s.543 (543-551)
- 4 Altıntaş, a.g.m., s.543.
- 5 Özgül, a.g.e., s.82.
- 6 Özgül, a.g.e., s.82.
- 7 A.g.e., s.90.
- 8 A.g.e., s.114.
- 9 Gölpınarlı, Abdülbaki, Şeyh Galib Divanı’ndan Seçmeler, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1976, s.223.
- 10 Özgül, a.g.e., s. 288.
- 11 A.g.e, s. 288.