İNSAN: UMMANIN İÇİNDE BİR DAMLA
İnsan için her şey bir yerde başlar. Doğarsınız, görür, bilir tanırsınız. Yürür, konuşur, koşar oynarsınız. Küçükken serpilir büyürsünüz. Büyüdükçe her şeyin sandığınızdan daha başka olduğunu anlamaya başlarsınız. Dünyada var olanın sadece siz olmadığınızın farkına varırsınız. Gece ve gündüz vardır, yaz kış, akıp giden zaman vardır. Dağlar, ırmaklar, vadiler, denizler vardır. Yeryüzü ve gökyüzü vardır. Ay, güneş, yıldızlar, bulutlar vardır. Bunların çok ötesinde aklınıza sığmayan ve hiç sığmayacak olan nice başka şeyler vardır. Gözünüzün gördüğü âlemin içinde başka âlemler, ötesinde uçsuz bucaksız nice âlemler vardır. Ve idrakin başladığı yerde insanın içinde bir âlem vardır, o âlemin içinde nice âlemler vardır.
İnsanın dışında bir imtihan, içinde bir imtihan vardır. Güzel olan ve çirkin olan, doğru olan ve yanlış olan vardır. İki ucu arasında salınıp durduğumuz nice ikilemler, çetin tecrübeler vardır. İnsanın beşerden insana doğru uzun bir yolculuğu vardır. Çünkü insanın kalbi vardır. Aynı kalbin içinde insan olmanın hüznü ve sevinci vardır. Kalp çarpıntıları ve hayal kırıklıkları vardır. Düşe kalka yürür insan, yanılır, yenilir ve yeniden dener. Beşer doğanlar, bir ömür mücadele ederek “insan”ın içini doldurmaya çalışır. Varlığını “insan”a yaklaştırmaya çalışır.
Düşündükçe, içinin merakları yeryüzünde var bulduğu ilk noktaya götürür insanı. “Var” olmaya nereden gelmiştir? “Var” oluşu nasıl olmuştur? Hafızasında bildiği bir “önce”si yoktur? Peki nasıl olmuştur da bir an gelip bir sonsuzun içine doğmuştur? Bu soru, bu kıpır kıpır merak, insanı ikinci doğum anına götürür. Doğru cevabı bulanlar için bu idrakin hakikate doğuşudur. Güneşin içimize doğuşudur. İnsan var olmamış, var edilmiştir. Bir var edeni vardır. O mutlak “Var”dır, önceden ve sonradan münezzehtir. İnsan, varlığını O’ndan almıştır. İnsan, O’nun murad ettiği gibi ve O’nun murad ettiği kadar vardır.
İdrak kapısı açıldığı andan itibaren insanın zorlu yolculuğu başlar. Sadece attığı her adım değil, aldığı her nefes de hem başlı başına bir imtihan, hem de ömür imtihanının bir parçasıdır insan için. Doğruyu bulmak yükü daima omuzlarımızdadır. Yanlış adım attığımız, yolun dışına çıktığımız olursa da, istikameti kaybetmemekle aşılabilir badireler. Nihayetinde biliriz, ne tamız ne tamamız ne de kusursuz… Biz iyi ihtimalle, beşerliğimize takılıp tökezlesek de, teslimiyet ipine tutunup O’nun izni ve inayetiyle yeniden ayağa kalkanlarız.
Bizi inşa eden yapıp ettiklerimizdir. Hayatın sonu gelmez teklifleri arasında neleri seçtiğimizdir. İnsan binasını kuran yine insanın kendisidir. Bina doğruysa da böyledir, eğriyse de böyle… Hayır ve şerri girdikleri bin bir kılık içinde tanıyıp bilmekle mükellefiz. Bizim imtihanımızın molası, teneffüsü yoktur. Tatili, dinlenmesi yoktur. Hayat dediğimiz şey, her anı ve adımıyla imtihanın ta kendisidir. Şairin dediği gibi: En uzun yoldur insanın içi… İnsan hem yolcudur o uzun ve meşakkatli yolda, hem de yolun kendisi…
Âlemde ne varsa, insanda da vardır. İnsan âlemin içindedir, âlem insanın içinde… İnsan âlemin içinde seyran eder, âlem insanın içinde… İnsan âlemin hikâyesi içinde, âlem insanın hikâyesi içinde… Hepsi aslında bir idrakin içinde… Arif diyor ya: Kâh çıkarıp gökyüzüne seyrederim âlemi… Kâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni. Yani ki hikâyemiz daha büyük bir hikâyenin içinde. Biz hikâyenin içindeyiz, hikâye bizim içimizde.
“İnsan” bir kelime… Her insan o kelimenin bir başka tarifi… Ne benziyor tıpatıp birbirine tarifler ne benzemekten fersah fersah uzak… Yüzü, gözü, siması başka olduğu gibi, huyu suyu, karakteri, meşrebi de başka… Ama bütün bu başkalıklar aynı kaynaktan doğuyor, aynı ummana akıyor. Aynı hareketler, benzer figürler ama ortaya çıkan sonsuz zenginlik ve çeşitlilikte koreografiler…
Yeryüzünde anlam insanın, insanlığın kıvrımlarından doğuyor. Davranışların girinti ve çıkıntılarından, her insanın kaçınılmaz kendine özgülüğünden, özgünlüğünden, biricikliğini temsilinden… Aynı olmamakla, aynı yaşamamakla, aynı sevinmemek, aynı üzülmemekle, aynı sevip aynı nefret etmemekle, aynı savunup aynı mücadele etmemekle oluşturuyoruz bütün hikâyelerin, hikâyelerimizin kurgusunu. Aynı olsaydık, aynı olandan bir hikâye çıkmaz, dolayısıyla insanın sınanacağı bir şey olmazdı yeryüzünde.
İnsan çocuk oluyor bir vakit; fıtratının saflığı, temizliğiyle bakıyor âleme. Sonsuz bir merak, tükenmez bir hayret ve heyecanla… Çiçeğe yürüyen bir tomurcuğun sevinci ve coşkusuyla… O vakitler, hakikatin ilhamının sıralı cemreler gibi ardı ardına insanın içine düştüğü vakitlerdir. Hayatın çiçeğe durduğu ilkbahar… Kalplerin hakikatinin farkına vardığı dem…
Sonra içindeki hakikatle durmadan sınanmaya başlıyor insan… Akıntıda sürüklenmeye karşı, kendi kulaçlarının dirayetiyle… Her nimet bir imtihanla geliyor. Sorular zorlaşıyor, ayağın nereye basıldığı hayati önem kazanıyor. Geçilen badirelerden ölümcül zayiat almamak mücadelesi dolduruyor bütün vakitleri… Bir yakıcı uzun ve sıcak yaz…
Her şey yaşana yaşana eskiyor, tazeliğini, canlılığını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. İnsan yorgunlaşıyor, kabiliyetleri zayıflıyor. İdraki diri tutmak, şuur kaybına uğramamak için fazladan dikkat ve hassasiyet gerekiyor. Bunun için de kalplerin ise pasa yenik düşmemiş, kararmamış olması gerekiyor. Hazana yenilmeden kalplerin ayarını baharda tutmak gerekiyor. Ömrün son düzlüğüne gözlerinde fer, dizlerinde derman azalmış olsa bile içinde bugünler için bir parça tazelik saklamış bir insanlıkla girmek gerekiyor. Umudu bütün mevsimlerin ortak iklimi kılmak gerekiyor. Çünkü yine ariflerin dediği gibi, insanın bu dünyadan ölümü ahirete doğumudur aslında. İmtihanın bittiği yer, insanın bittiği yer değil… Hikâyenin bittiği yer hiç değil… Hikâyenin kendini asıl hikâyeye teslim ettiği yer… Damlanın ummana damladığı yer…